• Prof. Dr. Sönmez Kutlu
    • Prof. Dr. Sönmez Kutlu

Üyelik Girişi
Başlıklar
Site Haritası
Onat Kitaplığı
   

Hasan Onat Kitaplığı
Hazırlayan Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Sorularla İslam Mezhepleri
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İslam Bilimlerinde Yöntem
 Prof. Dr. Hasan Onat
  Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Din Anlayışımız Üzerine Denemeler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Osman Aydınlı



Küreselleşme Din ve Terör
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Alevilik Kızılbaşlık Bekataşilik
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu ve Prof. Dr. Ömer Faruk Teber


Din İnsan ve Anlam Arayışı
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Betül Yurtalan


Aforizmalar
Toprak Tohum ve Kökler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Fatıma Nur Demir


İslam'ın Akılcı Yorumu
Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu 

SİYASET-DİN İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA YAŞANAN ZİHNİYET KUTUPLAŞMASININ YÜKSEK DİN ÖĞRETİMİ ÜZERİNDEKİ YANSIMALARI

 Siyaset-Din ilişkisi, nazariye ve uygulamada tarih boyunca Müslüman toplumlarda ve diğer toplumlarda birbirinden farklı ilişki biçimlerine sahip olmuştur. Müslümanların kurduğu devletlerde, İslam’da hakimiyetin kaynağı ve iktidarların tayini ilahî kaynaklı görülmediğinden genelde meşruiyetlerini halktan almışlardır ve siyasî iktidarlar dinî kendi kontrolünde tutmuşlardır. Bu sebeple İslam toplumlarında, siyasî iktidarlar, devletten bütünüyle bağımsız bir din eğitim ve öğretimine izin vermemişlerdir. Özellikle din eğitimi güvenlik bağlamında düşünülmüş ve toplumun birlik ve beraberliğini tehdit eden aşırı fırka ve anlayışlarla mücadele edebilmek için din eğitimi kurumları ihdas edilmişti. Örneğin Sünnî Selçuklular döneminde Batınî-İsmailî tehdidini bertaraf etmek için Nizamiye medreseleri kurulmuş; İsmailî Fatımîler döneminde ise Batıniliği yaymak ve sünnî tehdidine karşı Fatımî devletinin korumak için Camiu’l-Kâhire, Camiu’l-Ezher’e dönüştürülmüş ve davetin merkezi kılınmıştır. Şiî Müslümanlar, iktidarda olmadıkları dönemlerde, kendi mescit veya medreselerinde kendi mezheplerinin eğitimini, bazen gizli bazen açık bir şekilde vermişlerdir. Aslında yüksek din eğitim ve öğretimi verilen Sünnî ve Şiî medreselerde,  “aynı mezhep mensuplarına kendi metinleri üzerinden kendi mensuplarınca mezhebi bir eğitim” yaklaşımı benimsenmişti. Şiilerin devlet kurup iktidarı ele geçirdikleri dönemlerde, tıpkı Sünniler gibi, din eğitimini yayılmacılığın ve uygulanan politikaların meşruiyet aracı  ve güvenlik meselesi olarak ele almışlardır. Dolayısıyla tarih boyunca Müslümanlar arasında din eğitim ve öğretimi baştan beri, çok az istisnaları bulunsa da, genelde  devletin din politikasına uygun olarak ve toplumsal güvenliği güçlendirecek bir içerikte resmi mekanlarda, gözetim ve denetim altında verilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte devlet-din ilişkisinin mahiyetine uygun olarak, ilk ve orta öğretim düzeyinde veya yüksek öğretim düzeyinde din eğitim ve öğretimi, başlangıçta bazı yıllar kesintiye uğrasa da,  devletin kontrolünde yürütülmek istenmiştir. Ancak zamanla dine bakışları veya din politikaları din-siyaset ilişkilerine ve toplumsal ve siyasal şartların değişmesine bağlı olarak, iktidarı elinde tutan siyasi partiler, din eğitim ve öğretiminde farklı uygulamalara ve modellere yönelmiştir. Devleti yönetenler, ister katı laikçiler ve batıcılar olsun, ister katı muhafazakarlar olsun, kendi zihniyetleri doğrultusunda toplumu yeniden inşa etmeye veya ona yön vermeye çalışırken, dini kontrol edebilmek ve inananların nezdinde devrimlerini ve politikalarını meşrulaştırmak veya iktidarlarını sürdürebilmek için din hizmeti veren kurumlardan ve din eğitimi müesseselerinden yararlanmak istemişlerdir. Ancak Tükiye’de din, siyaset ve toplumu yeniden yapılandırma iddiasında olan aktörler, diğer alanlarda olduğu gibi ilahiyat eğitiminde de, tarihsel müktesebatımızdan,  toplumsal ihtiyaçlarımızdan ve insanlığın bu konudaki tecrübesinden yeterince yararlanmamıştır.  Aksine zihniyet kutuplaşmasının sonucu olarak ideolojik bir tutumla kendine muhayyel ötekiler oluşturmak suretiyle biri diğerinin uygulamalarına ve kurumlarına, doğru da olsa  karşı çıkmış, yeni bir sistem arayışına girmemiş  ve daha iyisini yapmak için çaba göstermemiştir. Hatta iktidarlar, birbirleri ile hesaplaşmalarını yüksek din eğitim ve öğretimi kurumları (fakülte, akademi veya enstitü) üzerinden sürdürmüşlerdir. Bu ilişkilerdeki gerginliği ve zihniyet çatışmasını doğuran, tarafların dine farklı yaklaşımlarından kaynaklanan din politikaları ve buna uygun uygulamaları olmuştur.[1]
Bu tebliğimizde Türkiye’deki siyaset-din veya devlet-din ilişkisini belirleyen zihniyet kutuplaşması ve iktidar mücadelesinin,  yüksek din eğitim ve öğretimi yürüten ilahiyat/ilahiyatların programlarına ve bilimsel araştırma faaliyetlerine nasıl yansıdığı, tek parti dönemi ve çok parti dönemindeki önemli siyasî değişim ve kırılmalar dikkate alınarak genel hatlarıyla karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilecektir. Sorunun daha sağlıklı tartışılabilmesi ve doğru analizler yapılabilmesi için, zihniyet, zihniyet kutuplaşması ve siyaset-din ilişkisine yaklaşımlarda etkin olan aktörleri kısaca ele almak istiyorum.
Zihniyet, “olay ve olguların, şeylerin belli bir biçimde görülmesini, dolayısıyla bu anlayışla uyumlu tepkiler ve davranışlar gösterilmesini olanaklı kılan şey” olarak tanımlanabilir. Örneğin zihniyetle alakalı müstakil bir çalışma yapan Gasto Bouthoul, bu kavramın toplumsal yönünü öne çıkarmakta ve zihniyet-toplum ilişkisini şöyle açıklamaktadır:  “Zihniyet, her toplumun dinamik ve canlı sentezini, terkibini meydana getirir. Gerçekten de zihniyet, son derece dinamiktir ve toplum üyelerinin her birinde içkindir (immanent); hatta bu üyelerin her birinin davranışlarıyla düşüncelerini oluşturur, gerektirir. Fazla olarak zihniyet, toplum üyelerinin icat ve yaratmalarını da yönetir, çünkü üyelerin kendi sorunları da istek ve endişeleri de gene bu zihniyete göre belirir, biçimlenir.” [2] Ayrıca bireyleri, toplumu ve onların aydınlarını kuşatan zihniyet, “kendi içinde bir dünya görüşünü taşır” ve çevrede olup bitenler  karşısında çeşitli tutum, tavır ve davranışlar üretir. Toplumsal ve siyasî ortamda  meydana gelen değişiklikler, kırılmalar ve yeni olaylar zihniyetlerin derinleşmesini, kutuplaşmasını veya birbiriyle çatışmasını doğurur. Bu olaylar dünya görüşünün sembolik ve değer yüklü kilit öğelerine dönüşebilir. [3] Zihniyet sahipleri onlarla ilgili olumlu veya olumsuz, sözlü veya fiili tavır ve tutumlar takınır; var olan durumu tedrici veya güç kullanarak değiştirmeye çalışır.
Osmanlıların son dönemlerinde şartların değişmesiyle devletin birlik ve beraberliği tehlikeye girmiş ve Osmanlıyı oluşturan unsurlar dağılma sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Bu sorunları aşabilmek için Osmanlı ulusu meydana getirme fikrini savunan Osmanlıcılık, Müslüman unsurları İslam etrafında birleştirmekle bir devlet yapısı kurmayı öneren İslamcılık (ittihad-ı anasır-ı İslam) ve Türklük mefkuresine dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmeyi hedefleyen Türkçülük olmak üzere üç ana akım veya dünya görüşü ortaya atılmıştı. Aslında her üçü de,  Osmanlıyı dağılmaktan ve yıkılmaktan korumak için ortaya çıkmıştır. Bunlar toplumsal, siyasi, dinî ve ekonomik olay ve olgular karşısında geliştirilmiş üç ayrı tavırdı. Üç bakış açısı ya da üç ayrı zihniyet, bireyler ve toplum içerisinde işlevselliğini devam ettirmekteydi. Bu dönemde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük, karşılaşılan sorunların çözümü için toplumun üç ayrı sentezi ve terkibinden meydana geliyordu. Bunlardan sonuncusu olan Türkçülük hareketi, Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olarak kurulmasında ve devletin dinle, din eğitimi ve din hizmetleri ile ilgili kurumların oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
 Cumhuriyet’in kurulması ve çeşitli devrimlerin yapılması siyasal, sosyal ve dini çevrede meydana gelen yeni olaylar ve olgular karşısında çeşitli çevrelerin, farklı tutum ve tavırlar belirlemelerine ve yeni zihniyetlerin oluşumuna sebep oldu.  Cumhuriyetin kurucu kadrosu, Osmanlı’da yetişmiş ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde yetişmiş aydınlar ve toplumun okur yazar kesimi arasında,  toplumsal değişimin seyri ve yapılacak devrimler konusunda  kökleri Tanzimat’a kadar giden üç önemli zihniyetin ve bakış açısının oluştuğuna şahit olmaktayız.  Bu zihniyetler, Osmanlı döneminde etkili olan Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük-Milliyetçilikten beslenmekle birlikte, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki siyasî, ekonomik, toplumsal ve dini atmosfer içerisinde şekillenen yeni akımların referans çerçevesini oluşturmuş kadro hareketlerine dönüşmüştür. Bunlar sırasıyla;
1. Pozitivist-Bilimsel Zihniyet: Bu kesimin olay ve olgulara bakış açısını belirleyen örtülü değerler sisteminin ve bilgi kuramının merkezinde batıda ortaya çıkan ve bütün dünyayı etkileyen “araştırmalarını olgulara, deneylere, gerçeklere dayayan, fizikötesi açıklamaları kuramsal olarak olanaksız ve yararsız gören” pozitivist-bilimsel yaklaşım yer alıyordu. Bu zihniyete göre, tıpkı fizik yasaları gibi, toplumsal olay ve olguları kontrol edip değiştirecek veya yönlendirecek sosyal yasalar vardır. Bu zihniyetin aydınlar arasında temsilcileri “Katı Laikçiler” veya “Inkılapçı Batıcılar” olarak bilinen kesimlerdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında,  köklü değişim ve dönüşümler (inkılaplar) böyle bir anlayışın öncülüğünde yapılmak istendi. Bu kesim günümüze kadar, devrimci, solcu, ulusalcı, batıcı, Atatürkçü veya laikçiler gibi çeşitli adlarla sivil toplum örgütlenmelerinde, siyasal partilerde ve diğer alanlarda varlığını sürdürdü.  Yüksek din öğretimi kurumlarının oluşturulmasında ve işleyişinde etkili en önemli aktörlerden birisi bu zihniyetin temsilcileri idi. Dönem dönem din devlet ilişkilerindeki gerginlik ve bunun İlahiyat üzerindeki yansımaları,  baskıcı politikalar ve ihtilaller, devleti kuruluş dönemindeki “fabrika ayarlarına”  geri döndürmek iddiasıyla onların kontrolünde gerçekleşti.
2. Gelenekçi-Muhafazakar Zihniyet: Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan ınkılapları ve değişiklikleri İslam’dan sapma olarak ve katı laikçi uygulamaları din/İslam düşmanlığı olarak gören, “olay ve olgulara bakış açılarını belirleyen değerler sistemi”nin merkezine gelenekçiliği ve muhafazakarlığı yerleştiren kesimlerden oluşuyordu. Gelenekçi zihniyet, yapılan değişikliklere karşı tepkisel tavır ve davranışlarla cevap verdiler. Bu kesim halk arasında oldukça etkili oldu ve zamanla örgütlenerek siyasi partilere, soyal örgütlenmelere ve sivil toplum örgütlenmelerine yansıdı. Katı Laikçi uygulamaların meydana getirdiği kutuplaşma ve zıtlaşmalar, bu kesimlerde Katı Muhafazakarlık adını verdiğimiz önemli aktörler ortaya çıkardı.  Katı Muhafazakar zihniyet, Ahmet Yaşar Ocak’ın tanımıyla,  iki zümreden oluşuyordu: a)Taşradaki son Osmanlı medreselerinin bakiyesi olan taşra uleması, b) Yeni rejime rağmen gizli gizli devam eden sufi çevrelere mensup taşra şeyhleri». Bu kesim günümüze kadar, muhafazakar, gelenekçi, İslamcı, selefî, mukaddesatçı, sağcı, ümmetçi, milli görüşçü, laiklik aleyhtarı gibi çeşitli adlarla sivil toplum (!) örgütlenmelerinde, siyasal partilerde, cemaat ve tarikatlerde ve diğer alanlarda varlığını sürdürdü. Bu kesimler, cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan inkılaplara ve özellikle katı laikçi tutum, davranış ve uygulamalarına tepkisel reflekslerle veya diğer yollarla direndiler. Dinî düşüncede Türkiye dışındaki siyasal İslamcı hareketlerin söylemlerinin etkisinde kalan bu kesim, katı laikçilerle hesaplaşmasını genelde din, din eğitimi, özelde İlahiyat fakültesi/fakülteleri üzerinden derinleştirerek devam ettirdi. Bu kesim 1970’li yıllardan itibaren Selefi akımının İslam dünyasında güçlenmeye başlaması ve “İran İslam Devrimi” ile birlikte en ılımlısından en şiddet yanlısına kadar kendi içerisinde bir çok eğilimi barındırdı. Bunları ortak noktada birleştiren, Katı Laikçilik aleyhtarlığı idi.   
 3. Yenilikçi veya Modernist Zihniyet: Osmanlı’nın sonlarında İslam düşüncesi, eğitim kurumları, özellikle din eğitimi alanında yenilenmeyi savunan, “olay ve olgulara bakış açısını belirleyen örtülü değerler siteminin merkezine aklı koyan “Yenilikçiler”, “Ceditçiler”  veya İslam Modernistleri” olarak isimlendirebileceğimiz bir kesim vardı. Bunların Türkiye’deki dini alanda Katı Laikçilerin uygulamalarına da, Katı Muhafazakarların onlara alternatif olarak sundukları çözümlere de itirazları vardı. Yenilikçi ve Modernist zihniyet, akılcı, çoğulcu ve istikrar içerisinde değişime açık bir yapı arz ediyordu.  Bu kesimler, İlahiyat üzerinde 1970’li yıllardan itibaren etkili olmaya başladı.
Toplumu ve dinî hayatı kendi anlayışları ve bilimsel yaklaşımları doğrultusunda şekillendirme amacında olan inkılapçı batıcılar, toplum mühendisliği projeleri çerçevesinde hayatı kontrol ve baskı altında tutmak için maddî ve manevî güç kullanmaktan geri durmadılar.  Türk toplumunun yaşadığı büyük ölçekli bu değişim, toplumun dini hayatında önemli kırılmalara ve dönüşümlere sebep olmakla kalmadı, aynı zamanda geniş tabanlı zihniyet kutuplaşmalarının zeminini hazırlayarak, sonraki süreçte din-siyaset ilişkisi, dinî değişim ve din eğitim-öğretimi ile ilgili, Katı Laikçiler ya da İnkılapçı Batıcılar, Katı Muhafazakarlar ve Yenilikçi İslamcılar arasında bitmek-tükenmek bilmeyen mücadele ve zihniyet çatışmasına sebep oldu.[4] Bu tutumlar, Osmanlı döneminde etkili olan Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük-Milliyetçilikten beslenmekle birlikte, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki siyasî, ekonomik, toplumsal ve dini atmosfer içerisinde şekillenen yeni olgulardır. Ancak Katı Laikçiler veya İnkılapçı Batıcılar ile Katı Muhafazakarlar arasındaki iktidar mücadelesi, sadece siyaset alanında kalmayıp din-devlet ilişkilerinden, din hizmetleri, din eğitimi ve özellikle İlahiyat eğitimi ve araştırmalarına kadar yansıyan kapsamlı bir mücadeledir. Türkiye’deki İlahiyat ve İslam İlimler ile ilgili tartışmaların ve yapılmak istenen değişikliklerin arkasında, Katı Laikçiler ve Katı Muhafazakarlar arasındaki mücadelenin bulunduğu unutulmamalıdır. Ancak son zamanlarda konuyla ilgili tartışmalara daha fazla müdahil olan Yenilikçi kanadın önemini ve etkisini de göz ardı etmemek gerekir.
 
1923-1945 Arası Tek Parti Döneminde Zihniyet Kutuplaşmasının İlahiyat Eğitimine Yansıması
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesi, Fransız aydınlanmasından sonra Batı dünyasında din-devlet ilişkileri konusunda yapılan değişiklikler ve laikliğin benimsenmesinin beraberinde getirdiği din ve devletin birbirinden ayrılması şeklindeki uygulamaları da dikkate alarak, yeni kurulmuş ulus devlette din ve devleti birbirinden ayırarak laiklik ilkesini benimsedi. 1923-1950 yılları arasında laiklik, toplumsal barışı sağlama aracı olmaktan daha çok din ve dindarlar üzerinde baskı kuran bir ideoloji olarak algılandı. Ancak İslam’da ruhban sınıfı olmadığı için Cumhuriyetin ilk yıllarında din hizmetleri sivil bir hizmet kabul edildi ve devletin idari yapısı içerisinde din eğitimi ve hizmeti veren dinî kurumlara da yer verildi. Bunun sonucu olarak “yüksek din eğitim ve öğretimi için Darulfünun İlahiyat Fakültesi, İmam-Hatip okulları kuruldu ve ilkokullarda din derslerine yer verildi. Gerek ilk öğretim ve orta öğretimde gerekse yüksek öğretimde, Osmanlı’da olduğu gibi mezhep veya tarikat merkezli değil, İslam dinini merkeze alan bir yaklaşım benimsendiği görülmektedir.[5]
Cumhuriyetin yönetici kadroları, İslam’ın Türk toplumu ve kültürü üzerindeki etkisinin ve toplumun ona sıkı sıkıya bağlılığının farkındaydı. Fakat yeni ulus devletinin kuruluş sürecinde, ulus kimliği diğer kimlik ve aidiyetlerden daha önemli görüldü. Asıl hedef, ulus bilinci kazanmış milletlerle benzer süreçler yaşayan toplumumuza, Türk ulusu bilinci kazandırmaktı. Bu sebeple tarihsel süreçte oluşan geleneksel din anlayışında buna ters düşen veya buna engel olacak unsurlar varsa, onların ayıklanması için eski kurumların ilgası, yerine yenilerinin ihdası yoluna gidildi. Bu süreçte Batı’da kilisenin otoritesine karşı, Pozitivizmin rehberliğinde yürütülen mücadelenin bir benzeri yürütüldü. Bazı Cumhuriyet aydınları tarafından, maalesef pozitivizm ve laiklik dine karşı çıkmanın bir aracı olarak görüldü, hatta kimi kesimlerde İslam aleyhtarlığı ya da İslam düşmanlığı olarak algılandı. Devam eden süreçte modernist ve milliyetçi Cumhuriyet aydınlarının zihninde, geleneksel dindarlıkla mücadele etmek, zamanla İslam’la mücadeleye dönüştü. Devletin laikleştirilmesi gerekirken, din olarak İslam’ın laikleştirilmesine yönenildi. Ümmetçiliğe götürecek veya siyasal taleplerle öne çıkacak Osmanlıdan devralınan geleneksel İslam anlayışından kaynaklanan fikri, toplumsal ve siyasî oluşumlara ve örgütlenmelere, dinî kimlik üzerindeki etkilerini azaltmak veya bütünüyle yok etmek amacıyla, son verildi. Bu amaçla dini ve kültürel faaliyet merkezleri tekke ve zaviyeler ilga edildi (30 Kasım 1925) ve tarikatlar yasaklandı; şeyhlik, dervişlik, müritlik gibi unvanların kullanılması, giysilerin giyilmesi yasaklandı; saltanat ve hilafet kaldırıldı (4 Mart 1924); Şer’iyye mahkemeleri kaldırıldı ( 08 Nisan 1924); eski kılık-kıyafetler yasaklandı ve yeni kıyafetler benimsendi; Medeni kanun yürürlüğe girdi. (17 Şubat 1926) Arap alfabesi terkedilerek latin alfabesine geçildi (01 Kasım 1928); hicrî takvim yerine miladi takvim uygulamaya konuldu (26 Aralık 1925); Türkçe ezan (30 Ocak 1932) uygulaması başlatıldı.  Bu değişikliklerden yozlaşan medreseler de nasibini aldı, Tevhid-i Tedrîsât Kanunu (03 Mart 1924) ile kapatılan medreseler yerine Batı tipi Üniversiteler kuruldu.  Bu çerçevede İstanbul’da Darulfünun’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi açıldı. Dinî ve kazaî pek çok yetkiyi elinde tutan Şeyhülislamlık kaldırıldı (03 Mart 1924), yerine İslam’ın inanç ve ibadetleri konusunda toplumu aydınlatacak ve ibadethaneleri idare ve kontrol edecek genel idare içerisinde bir hizmet kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı (03 Mart 1924) kuruldu.[6] Bütün bu değişikler doğrudan veya dolaylı olarak dini kurumları, din hizmetlerini ve ilkokuldan yüksek öğretime kadar din eğitim ve öğretimini ilgilendiriyordu. Asıl amaç, rasyonel temellere dayalı bir din anlayışı oluşturmaktı. Buna uygun olarak ilk mektep 4. Sınıf kitaplarında “İslam dininde akıl her şeyin fevkındedir”, “Aklın kabul etmediğini din kabul edemez”, “ Dünya işlerini milletin iradesiyle vazedilen kanunlar tayin eder”, “ Beşeri işlerde akıl ile ilim hakimdir” gibi temel bilgilere yer verilmekteydi.[7]
Dünyadaki örneklerine bakıldığında din devlet ilişkisi üç farklı şekilde kurumsallaştığı görülmektedir. a) Din ile devleti bütünüyle birbirinden ayıran ve birbirine müdahale etmeyen siyasi yapıların bulunduğu laik devlet;  b) Devletin hukuk siteminin din tarafından belirlendiği ve kanunlaştırmalarda dinin referans alındığı dine bağlı devletler; c) Devlet kurumları arasında örgütlenen devlete bağlı din.[8] Tek Parti Dönemi olarak bilinen 1923-1945 yılları arasında din-devlet ilişkisi dünyadaki örneklerden hiç birisine benzememektedir. Çünkü Türkiye’de anayasa ve yasalar devleti laik olarak tanımlasa da, devlet dine müdahale etmeyi sürdürmüştür. Hatta Pozitivist-Bilimsel zihniyeti savunan veya dine olumsuz bakan Laikçi elit sınıf, başlangıçta sosyal bir hukuk devleti olmanın gereği olarak devletin kurumlarında herkese eşit din eğitimi ve öğretimine fırsatı vermek durumunda kalmışsa da, bir süre sonra bu kurum ve uygulamalara son vermiştir. Çünkü bu süreçte İlahiyat Fakültesi ve İmam-Hatip okulu gibi kurmalardan devrimlere öngörülen destek gelmemişti. Halbuki laikçiler, ulus devletin ulusal kimliğini ve yasalarını destekleyecek bir din anlayışı ve din kültürü oluşturmak istiyordu. Bunun için TBMM, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan tefsir ve hadis çalışması ve meal çalışması yapılmasını istedi. Tek Parti döneminin din-siyaset ilişkisini belirleyen temel etmenlerin başında ulus devletin güvenliğini korumaya ve güçlendirmeye yönelik endişeler vardı. Bu amaçla devlet zaman zaman eğitimi ve din eğitimini kendi ideolojisini halka benimsetmek için bir aygıt olarak kullanmak istedi. Bu dönemde çıkarılan devrim kanunlardan hareketle devletin din politikasının çerçevesini belirleyen unsurları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
  1. Dini vicdani bir mesele olarak görmek
  2. Dinin medeni hukuk üzerindeki etki alanını daraltmak
  3. Din ve vicdan özgürlüğünün sınırlarını yeniden belirlemek
  4. Dini ve katı muhafazakar dindarları kontrol altında tutmak
  5. Tarikatçi ve Cemaatçi zihniyetle  mücadele etmek
  6. Dini, toplumu ve siyaseti kontrol eden bir aygıt olmaktan çıkarmak 
  7. Dini-politik söylemlerin önünün kesilebilmesi
  8. Karşı devrime dönüşecek radikal eğilimlerin engellenebilmesi
  9. Mektep-medrese veya medrese-tekke çatışmasına son vererek tek tip zihniyete sahip vatandaşlar yetiştirmek
  10. Ulus devlete uygun bir dini literatür ve kültür oluşturmak
  11. Gelenekçi medrese ulemasının ve taşra şeyhlerinin gücünü kırabilmek
  12. Ulus devleti (Cumhuriyet) ve Laikliği meşrulaştırılmak
  13. Modernleşmenin ve ınkılapların desteklenmesi ve güçlendirilmesini sağlamak
  14. Pozitivist-bilimsel bir zihniyet inşa etmek
  15. Bilişsel, eleştirel, rasyonel ve bilgilendirici bir din öğretimine izin vermek
İstanbul’da kurulan Darulfünun İlahiyat Fakültesi ile ilgili yasal düzenlemeler sırasında ve kuruluşundan sonraki süreçte,  bu amaçlar çerçevesinde  bu kuruma özel görevler yüklenmiştir. Örneğin 3 Mart 1924 ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. Maddesi’nde Maarif Vekaleti’nin Darülfunûn’a bağlı olarak açacağı İlahiyat Fakültesi’ne  “yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek” görevi verilmiştir.  Darülfünûn’un hükmî şahsiyeti hakkındaki 21 Nisan 1924 tarih ve 493 sayılı kanunun 1. maddesinde İlahiyat da yer almıştır. Hasan Âli Yücel, bunu “maziye bağlanan düşünüş tarzının yıkılıp, modern kültürün kurulması”[9] şeklinde yorumlamıştır. 07 İlkteşrin 1925 tarihli Darülfünûn Talimatnamesi’nin 8. Maddesiyle programda yer alacak derslerin hemen hemen tamamının sonuna “tarihi” kaydı konulmuştur: “Tefsir ve Tefsir Tarihi, Hadis ve Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi, İçtimaiyat, Ahlak, Din-i İslam tarihi, Arap Edebiyatı, Felsefe-i Din, Kelâm Tarihi, İslam Feylosofları, Tasavvuf Tarihi, Felsefe Tarihi, İslâm Bediiyatı, Hal-i Hazırda İslam Mezhepleri, Akvâm-ı İslamiyye Etnografyası, Türk Tarih-i Dinîsi, Tarih-i Edyân”. Örneğin Fıkıh dersine sadece Fıkıh Tarihi olarak yer verilmesi, sonraki süreçte “batı referanslı medeni kanun ve diğer kanunların hazırlanması ve  Fıkıh adıyla şerî hukukun okutulmak istenmemesi”[10] olarak yorumlanmıştır.
Tek Parti döneminde Darulfünun İlahiyat Fakültesi’nden beklentilerin merkezinde devletin güvenliği ve laikliğin güçlendirilmesi vardı. 31 Ekim 1949 tarihinde Ankara Üniversitesi Rektörü Hikmet Birand’ın yaptığı açılış konuşmasında[11];  birinci ve ikinci İlahiyatın kurucu kadrosunda yer alan Hilmi Ziya Ülken, 1961 yılında Ankara İlahiyat Albümü’ne yazdığı bir yazıda, siyasetin bu kuruma biçtiği misyon ve ondan beklentileri hakkında şu tespitleri de bunu doğrulamaktadır[12]:  
  1. Dine ve dini olgulara eleştirel yaklaşabilen yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek
  1. Maziye bağlanan düşünüş tarzının yıkıp, modern kültürü kurmak
  2. Laik zihniyete ve modern ilmî düşünceye sahip din adamlarını yetiştirilmek
  3. İslâmî ilimleri modern ilim zihniyeti ile okutmak
Tek Parti döneminde yapılan değişikliklere ve  birinci İlahiyat tecrübesine karşı en güçlü tepki Katı Muhafazakar zihniyeti temsil eden iki zümreden, yani Osmanlı medreselerinin bakiyesi taşra uleması ve gizli devam eden sufi çevrelere mensup taşra şeyhlerinden gelmişti. Laiklik karşıtlığı ile öne çıkan bu iki kesimin itirazları ve tepkileri şu noktalarda yoğunlaşmaktaydı:
  1. Geleneksel İslam anlayışını ihya etmek
  2. Kılık-kıyafet kanunu değiştirmek
  3. Arap alfabesine dönmek
  4. Hilafeti geri getirmek,
  5. Arapça ezana geri dönmek
  6. Pozitivist ve İslam aleyhtarlığı olarak görülen Laikliğe son vermek
  7. Diyanet’e ve faaliyetlerine karşı olmak
  8. Medreseleri yeniden açmak ve din eğitimini buralarda yürütmek
  9. Tekke ve dergahları yeniden açmak
  10. İlahiyat Fakültesi’nin Katı Laikçilerin kurumu olarak görülmesi ve öğrenci gönderilmemesi (Bir kısmında imam-hatip aleyhtarlığı)
  11. İlahiyat Fakültesi’nin “akılcılığı” ve “eleştirel yaklaşımı” öne çıkaran din söylemiyle mücadele edilmesi
  12. Tarikatların faaliyetlerinin serbest bırakılması
  13. İlahiyat Fakültesi yerine İslam İlahiyat Fakültesi açılması
  14. Yüksek diyanet mütehassıslarının yetiştirilmesi
  15. Mütehassıs yerine mütefennin (din teknisyeni) ve mütedeyyin yetiştirmek
Tek Parti döneminde, yüksek din öğretimi kurumu olarak kurulan İlahiyat’tan  devrimler konusunda yeterli destek alınamamıştı. Çünkü dinde reform konusunda İlahiyat hocalarından bir kısmının yer aldığı bir komisyonun başarısız teşebbüsü bir kenara bırakılırsa[13], Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası’nda,, siyasetin Fakülte’ye yüklediği yukarıda sayılan siyasî görevlerden özellikle inkılapları destekleme konusunda tek bir makale bile yayımlanmadı. Sadece dinî-kelamî ve felsefi meseleler ve mezheplerle ilgili eleştirel ilmî makalelere yer verildi. Kısa sürede uygulamaya konulan devrimlerin halk üzerinde travmaya sebep olması, İlahiyat Fakültesi dahil devletin çeşitli kurumlarına karşı halkın tepkilerini artırdı.  Özellikle Gelenekçi taşra uleması İlahiyat Fakültesi’ni, dinde reform yapma girişimleri dolayısyla, Katı Laikçiler ise inkılaplara beklenen desteği vermemeleri gerekçesiyle itibarsızlaştırmaya çalıştı. İlk İlahiyat, aslında devletle ve toplumla güvenilir bir ilişki içerisinde olamadı. İslamcı kesimler, ilk İlahiyat’ı İslam İlahiyat’ın olmamakla ve Sosyoloji Fakültesi olmakla eleştirdiler. Aslında onun programıyla ikinci ilahiyatın programı arsında bu fikri haklı kılacak bir farklılık söz konusu değildi. Her iki tarafın fakülteye karşı olumsuz tutum içine girmesi ve diğer sebeplerden dolayı,  1924’te açılan  İlahiyat Fakültesi, öğrencisiz kalmış ve 1933’e kapanmıştır.
Yukarıda sıraladığımız konularda Katı Laikçiler ile Katı muhafazakarlığı temsil eden taşra uleması ve sufi çevreler arasındaki tartışmalar, daha sonraki dönem tartışmalarını da belirlemiştir. Bu ajandada yer alanların sonraki tartışmalara açıktan veya örtülü bir şekilde dahil edilmesi sebebiyle, bu iki taraf arasındaki ayrılık noktalarını ayrıntılı bir şekilde verdik.
 
1949-1980 Arasında Çok Partili Dönemde Zihniyet Kutuplaşmasının İlahiyat Eğitimine Yansıması
           
1946 yılında Demokrat Parti (DP)’nin kurulmasıyla birlikte Türk siyasi hayatı çok partili dönemle tanıştı. Çok partili siyasal tecrübe, askeri ihtilallerle bazı dönemlerde kesintiye uğradı ise de günümüze kadar çeşitlenerek ve güçlenerek geldi. Bu gelişmeler karşısında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), dinle ilgili sertlikten ve yasaktan yana siyasî tavrında kısmen değişikliğe giderek yeni kurulan partilerin din söylemlerinin etkisini azaltabilmek için isteğe bağlı din dersleri (1949) ve İlahiyat Fakültesi (1949) açmaya karar verdi. CHP’nin teklifiyle Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir İlahiyat Fakültesi açılması TBMM’nde kabul edildi. Çok partili dönem, partileri başta genel politikaları olmak üzere din politikasını da toplumun taleplerine göre düzenlemek zorunda bıraktı. Toplum, din hizmetleri ve din eğitimi-öğretimi konusundaki ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanmamasından uzun zamandır şikayetçiydi. DP, halkın bu taleplerinin farkındaydı ve bu talepleri karşılayacak bir din politikası ve programıyla halkın huzuruna çıktığı takdirde iktidara gelmesi kaçınılmazdı.  Pozitivist anlayışı benimseyen Katı Laikçilerin öncülüğünde daha önce CHP’nin dini özgürlükler ve tarikatler üzerinde uyguladığı baskılardan dolayı mağdur olan halk ve onları kontrol eden taşra uleması ile taşra şeyhlerinin desteğini ilk günden almaya başlamıştı. Bunun farkına varan CHP, ilk, orta ve yüksek din eğitim ve öğretiminde önemli açılımlar gerçekleştirmek istedi. Çünkü bunu yapmadığı takdirde, din konusunda yanlış bilgiye sahip bireyler ve toplum kesitler, dini söylem kullanan siyasi partiler tarafından istismara uğrayabilirdi. Biz din alanındaki diğer açılımlar üzerinde durmayacağız, sadece Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir İlahiyat Fakültesi’nin açılmasında siyasi iktidarın ve beraberinde rol üstlenen kimselerin ona ne tür görevler yüklediklerini analiz etmekle yetineceğiz.
Çok Partili dönemin başladığı 1946’dan günümüze kadar,  Katı Laikçiler ve Katı Muhafazakarlar’ın din konusuna, din-devlet ilişkilerine bakışta birbirinden farklı bakış açısına sahip olmaları tabii idi. Buna bağlı olarak çok partili dönemde her iki kesimin bu konudaki görüşlerini oluşturmada halkın talepleri etkili olmuş ve siyasi partilerin tutumlarına göre din eğitim ve öğretimi politikaları değişikliklere uğramıştır. Birinciler, ilk İlahiyat tecrübesini ıslah ederek yeniden hayata geçirmek istemiştir. İkinciler ise, ıslah edilse dahi böyle bir fakülteyi yeterli bulmamış, bunun yerine İslami İlimler Enstitüsü veya  İslami İlimler Akademisi modelini ortaya atmıştır. Ancak ikinci İlahiyat Fakültesi’nin açılma sürecinde meclisteki müzakereler, çıkarılan kanunlar ve açıldıktan sonraki süreçte yapılan tartışmalar incelenecek olursa, Tek Parti döneminin din politikasının çerçevesini belirleyen unsurların ikinci İlahiyat’a yüklenen görevler ve programlarının düzenlenmesinde etkili olduğu görülecektir.
14 Ocak 1948 tarihinde  Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Türk-İslam ilahiyat fakültesi açılması ve  2 Şubat 1948 tarihinde İslam ilahiyat fakültesi açılması şeklinde iki ayrı teklif verildi.[14] Cumhuriyet Halk Partisi, müftü, vaiz ve İslam dininde mütehassıs yetiştirmek için İslam ilahiyat fakültesi kurulmasını kabul etti.[15] Ancak hükümetin ve meclisin tercihi ilahiyat fakültesi oldu. Burada müftü ve vaizlik hizmetleri verecek elamanların yetiştirilmesi de ilahiyat fakültesinin yetkisine verildi. Muhtemelen bu hizmetleri yüksek diniyat mütehassısı içerisinde mütalaa etmiş gibi görünmekte ise de, zamanın hükümetinin 9 Mayıs 1949’da Meclise sunduğu  bir teklifte yüksek diniyat mütehassısı ile din hizmetleri verecek elamanların yetiştirilmesi bu fakültenin görevi olarak  belirlendi:
“ Din meselelerinin sağlam ve ilmî esaslara göre incelenmesini mümkün kılmak, meslekî bilgisi kuvvetli ve düşünüşünde ihatalı din adamlarının yetişebilmesi için lüzumlu şartları sağlamak maksadiyle memleketimizde de garptaki örneklerine benzer bir ilahiyat fakültesinin kurulmasını kararlaştıran Ankara Üniversitesi Senatosu, bu fakültenin şimdilik geniş tutulmasında zaruret olmayan kadrolarını ilişik cetvelde görüldüğü şekilde tespit etmiştir.”[16]
Darulfünun İlahiyat Fakültesi programıyla,  bilimsel zihniyete sahip kimseler ve yüksek diniyat mütehassısı  yetiştirme hedeflenirken, ikinci İlahiyat programında yüksek diniyat mütehassısı yanı sıra öğretmenlik mesleğini icra edebilecek mütefennin yetiştirilmek de hedeflenmişti. Hilmi Ziya Ülken, 1961 yılında Ankara İlahiyat Albümü’nde verdiği bilgiye göre, hükümet adına konuşan Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu Tek Parti döneminde belirlenen amaçlara uygun olarak İlahiyat açmaktaki siyasî, dinî ve toplumsal amaçlar şöyle açıklamıştır:
“İlahiyatın açılmasından maksat, gelenekçi eğitim sistemini temsil eden medreseyi diriltmek değildir. Onlara göre medreseler, nassî, apriyori ve kablettecrübîdir. Açılaçak olan Fakültenin bilimsellik ölçütü ise, ilim evleri olmaları, mukayese, müşahede ve sonunda da mümkün olursa izaha çalışmaktır. Medreseler subjektif, İlahiyat Fakültesi objektiftir. Hükümetin böyle bir fakülte açmaktaki amacı şudur: “Bütün manasiyle ilim haysiyeti ve ilim karakteri taşıyan bir fakülte meydana getirmek. Bu İlahiyat Fakültesi bence iki türlü kurulabilir. Biri Katolik Fakültesi, Protestan Fakültesi gibi ki, İslam İlahiyat Fakültesi olabilir. Diğeri ise yine İlahiyat Fakültesi adını taşır, haddizatında İlahiyat Fakültesi değildir. Felsefe Fakültesidir. Bu ayrı bir şeydir. İçinde Psikoloji, Sosyoloji, Dinler tarihi gibi, din ruhiyatı vardır. Bu ayrı bir şeydir. Bu adeta dil ve edebiyat Fakültelerinin devamı gibi bir şeydir.  … Bizim istediğimiz İslam İlahiyat Fakültesi, ama medrese değil, ilmî karakter taşıyan İslam İlahiyatı Fakültesi, İslam dinini, İslam Mezheplerini … ilmî surette tetkik edecek bir ilmi fakülte. İlahiyat Fakültesi İslamiyeti bütün olarak tetkik etmekle beraber metodlarında, meselelerinde müsbet ilimlere dayanmalıdır. O İlahiyat Fakültesinde benim de mesuliyetim vardı. Bir nevi Sosyoloji Fakültesi yaptık. Fakat burada yani Fakültede İslami bilgiler esas sosyolojik bilgiler yardımcı olacaktır.”[17]
Tahsin Banguoğlu, kurulacak İlahiyat Fakültesi’nin siyasi misyonunu da şu bilgileri vermektedir: “ Bir ilahiyat Fakültesinin kuruluşunda düşündüğümüz en önemli nokta şudur: Bugün üniversitelerimiz camiası içerisindeki bir ilim camiasıdır. Kurmak istediğimiz bu müessese Atatürk inkılabının bizi ulaştırdığı yeni medeni ve içtimaî hayat şartlarıyla mütenasib ve yeni cemiyetimizin hüviyetine layık bir müessese olacaktır. … Biz memleketimizde eski medrese tarzındaki tedrisatı yeniden canlandırmak ve onun yetiştirdiği tarzdaki adamları yeniden yetiştirmek düşüncesinde değiliz.  Bundan kati olarak içtinab kararındayız. Mektep ve medrese yüz yıl müddetle, Tanzimat’tan bu yana yan yana çalışmışlar ve memleketimizde iki türlü zihniyete sahip insan yetiştirmişlerdir. Bu iki türlü zihniyet sahibi insan bir asır boyunca süren dahili bir zihniyet mücadelesi içinde yuvarlanmışlardır. Tesisine teşebbüs ettiğimiz İlahiyat Fakültesi bu zihniyetle çalışan bir müessese olmayacaktır. Memleketimizi, münevverlerimizi, yeniden bir zihniyet mücadelesine asla düşürmemek kararındayız. Bu ilmi camia içerisinde  teşekkül edecek bu müessesenin yetiştireceği yüksek din adamları sivil ve asker bütün münevverlerimizle aynı zihniyette, aynı emelde insanlar olacaklardır. … Bu itibarla İlahiyat Fakültesi müsbet bir ilmi camia içerisinde  kurulacak ve bazı irticai hareketlere cesaret vermek şöyle dursun, onları menetmek, onları selbetmek ve onları yok etmek fonksiyonunu icra edecektir. Tanzimat’tan bu yana kurulmuş bütün müesseselerimiz gibi İlahiyat Fakültesi de bir meşale olacaktır ve hurafeciler bu meşaleden yarasalar gibi kaçacaklardır.” [18]
Tahsin Banguoğlu’nun bu konuşmasında ikinci İlahiyat için sayılan özellikler ve yüklenen görevler birincisinden çok farklı değildir. En önemli farklılık bu fakültenin İslam İlahiyatı fakültesi olacağı, Sosyoloji fakültesi olmayacağı hususudur. Aslında iki ilahiyatın programları karşılaştırıldığında bu konuda pek de fark yoktur. Sadece Sosyolojinin de dahil olduğu din bilimleri tamamlayıcı ilimler grubu arasında sayılmıştır.[19] Ancak Fakülte’nin adı İslam İlahiyat Fakültesi değil İlahiyat Fakültesi olarak kabul edilmiştir. İlahiyat Fakültesinin özellikleri ve verilen görevleri Banguoğlu’nun konuşmasından, A. Ü. Rektörü Hikmet Birand’ın açılış konuşmasından ve basına yansıyan haberlerden[20] hareketle şöyle sıralayabiliriz:
  1. İlim haysiyeti ve karakteri taşıyacak İslam İlahiyat Fakültesi olması
  2. Atatürk inkılaplarıyla uyumlu olması
  3. Eski medrese tarzından uzak
  4. Tek tip zihniyette insan yetiştirmek
  5. Müsbet bir ilmi camia içerisinde olmak
  6. Din sorunlarının sağlam ve bilimsel esaslara göre incelenmesi
  7. Mesleki bilgisi kuvvetli din adamlarının yetiştirilmesi
  8. İrticai hareketleri engellemek, çürütmek ve yok etmek
  9. Hurafecilerle mücadele etmek veya hurafe ve ilkel telkinlerin tesirini yok etmek
  10. İslamiyetin ana prensiplerini ortaya çıkararak onu her türlü batıl itikatlardan sıyırıp tam özü ile meydana koymak
  11. Bilimselliği ve nesnelliği esas almak
  12. Dini etütlere ilmi bir merkez olmak
  13. İlahiyat veya Felsefe fakültesi olmamak
  14. İslami bilgilerin esas alınması Sosyolojik bilgilerin yardımcı bilgiler olarak görülmesi
  15. Aynı zihniyeti ve modern ilmî düşünceye sahip din adamları yetiştirmek
  16. İslam dinini, mezheplerini… ilmi surette tetkik edecek ilmi fakülte olması
 
Dönemin siyasi atmosferinde Katı Laikçiler ve Katı Muhafazakarlar arasındaki  kutuplaşma, açılışın ilk yıllarında ikinci İlahiyat tecrübesi etrafındaki tartışmalara da yansıdı. Muhafazakar çevrelerde birincisi gibi ikincisinin de İslam’ı araştıran kurumlar olmadığı;  onun yerine “İslam’ı araştıran bu dinin mümini olan din bilginleri yetiştirecek bir eğitim müessesesi olarak İslam enstitülerinin kurulması” fikri savunulmaya başlandı. DP Ankara Milletvekili Ömer Bilen,  25 Şubat 1951  tarihli bütçe görüşmesinde[21] yaptığı konuşmasında İlahiyat Fakültelerine öğrenci yetiştirecek tam teşekküllü külliyelerin açılmasını ve İlahiyat Fakültesinin İslamiyet’in ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu bu fakültenin ulusal benliğe uygun hale getirilmesi ve İslam İlahiyat Fakültesi’ne dönüştürülmesini Milli Eğitim Bakanlığından istemişti. Aslında Çok Partili Dönemde Katı muhafazakarların desteğini alan Demokrat Parti’nin yüksek din eğitim ve öğretiminde modeli,  İslam İlimleri Enstitüsü oldu. Ali Fuat Başgil 1954 yılında  “İslami ilimler enstitüsü” veya “ İslam ilahiyat enstitüsü” adıyla bir eğitim kurumunun kurulmasını teklif etti ve bu fikrini şu şekilde savundu:
“Yalnız şuna dikkat edelim ki, Tevhid-i Tedrisat Kanununun vazıı, bilerek veya bilmeyerek (yüksek diyanet mütehassısı ile İlâhiyat Fakültesinden yetişecek olan yüksek ilâhiyatçıyı birbirine karıştırmıştır. İlâhiyatçı, din felsefesi, dinler tarihi ve din sosyolojisi öğrenmiş bir mütehassıs ve filozoftur, din adamı değildir. (Yüksek Diyanet Mütehassısı) ise, her şeyden evvel, zühd-ü takva sahibi bir dindardır; saniyen de muayyen bir dinde yüksek ilim ve kemal sahibi olmuş bir din adamıdır. Bunlardan biri hakkıyla inanmış, öbürü ise sadece iman üzerinde zeka oyunu oynamayı öğrenmiştir. Maarif Vekaleti’ne bağlı ve onun murakabesi altında yahut bugün Üniversite camiası içinde çalışan bir İlâhiyat Fakültesinde, itiraf ederim ki, yüksek ilâhiyat felsefecisi ve sosyologu yetişebilir. Fakat (yüksek diniyyat mütehassısı) din adamı ve âlimi asla yetişemez. Çünkü tekrar edelim ki,  (yüksek diyanet mütehassısı) her şeyden evvel halis bir dindardır, zahid, müttekîdir; sonra da inandığı ve içinin samimiyetle kani olduğu dinde yüksek ilim ve kemal sahibidir. Bu vasıflardaki bir insanın yetişmesi için nasıl bir hava ve muhitin mevcut olması lazım geldiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum. Şurası muhakkaktır ki, dünyanın hiçbir yerinde,  laik üniversite çatısı altındaki ilahiyat fakültelerinde din adamı ve âlimi yetişmemiştir. Üniversite gibi ladini bir camia içinde din adamı ve âlimi elbette yetişemez. Ve bunun yetişmemesine değil, yetişmesine hayret edilse yeridir. Kayalıkta pirinç bitmez. Devlet mekteplerinde, ortaokul ve lisenin ladini havası, hatta din aleyhtarı muhiti içinde yetişip on sekiz, on dokuz yaşına gelen bir genç aldığı bu aleyhtar terbiye ve menfi zihniyetle, idaresi ve hocaları çok kere dine muarız olan, sivil bir İlâhiyat Fakültesinde okuyup da din adamı olamaz.”[22]
Ali Fuat Başgil, daha önce DİB Ahmet Hamdi Akseki’nin 18.12.1950 yılında  hazırladığı raporda, “İslam ilahiyat fakültesi”’nin açılmasına karar verilmiş olmasına rağmen İslam’ın fakültenin adından çıkarıldığını ileri sürer: “Binaenaleyh bugünkü ilahiyat fakültesi katiyen memlekete lüzumlu olan din adamlarını yetiştirecek durumda değildir. Ve bu şerait altında bunun imkanı da yoktur. Bununla beraber üniversite dahilinde böyle bir fakültenin bulunmasına muarız değiliz, öyle bir müessese de bulunabilir. Bizim istediğimiz ise, bu değil, belki memleketin her sahasındaki dini ihtiyaçlarıyla mütenasip yüksek İslam âlimleri yetiştirebilecek hakiki bir din müessesesidir. Ve bu da, dünyanın her tarafında olduğu gibi, ancak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından idare edilmek suretiyle olacaktır. Bunun bir an evvel açılması ise memleket için hayati bir zarurettir.”[23] Ali Fuat Başgil de, bu fikri desteklemektedir: “ Bu Fakülteler, üniversite gibi ladini bir müessesenin içinde  ve çatısı altında değildir, Katolik veya Protestan enstitü ve üniversitelerin içindedir. Bu enstitü ve üniversitelerin ve bu ilahiyat fakültelerinin hocaları gibi idarecileri de tamamiyle (Yüksek Diyanet Mütehassısı) alimler ve din adamlarıdır.”[24]
 Yukarıdaki tartışmalar dikkatle analiz edildiğinde, aslında  bu tepkilerin kaynağında   ilahiyat fakültelerinin CHP tarafından açılmasının olduğu ve buna karşılık Demokrat Parti’nin alternatif olarak başka bir kurum oluşturma ve daha dini bir eğitim verme fikri olduğu görülecektir. Ali Fuat Başgil’e göre, Tevhid-i Tedrisat’ın  İslamî alanda yetişmiş olan mütehassısların kökünü kazımıştır. Bunun önüne geçebilmek için İslami İlimler Fakültesi kurulmasını teklif etmiş ve bir proje hazırlamıştır. Sonuçta 1959 yılında Yüksek İslam Enstitüsü (YİE) açılmıştır. Daha sonra Muhammed Hamidullah’ın girişimleriyle İslam Enstitüleri İslami İlimler Fakültesi, Tamamlayıcı İlimler Fakültesi ve Yabancı Diller Fakültesinden oluşan bir akademiye dönüştürülmek istenmiştir. Ancak İslam enstitülerinin ilahiyat fakültelerine bir alternatif oluşturma girişiminin bir ürünü olduğu bu proje gerçekleştirilememiştir. [25]
Talim Terbiye Kurulu tarafından daha sonra alınan bir kararla Yüksek İslam Enstitüsü mezunlarının orta ve muadil okullarla öğretmen okullarının  tamamında Din Dersleri öğretmeni olma şeklinde değiştirildi. Bu belgeler ve daha sonraki kanunlarda amaç şöyle belirlendi:  “İslam dininin esaslarına sadık kalarak müsbet  ilmin ışığı altında İslam ilimlerinin ve bunlara yardımcı bilgileri öğretecek İmam Hatip Okullarıyla ilköğretmen okullarına ve diğer ortaöğretim müesseselerine öğretmen yetiştirmek ve aynı okullardaki din dersleri öğretmenlerinin mesleki gelişmelerine yardım etmek amacıyla Milli Eğitim Bakanlığınca kurulmuş dört yıllık bir yüksek okuldur. Bu müssese MEB’nın ihtiyaçları dışında Diyanet İşleri Teşkilatı’nda müftü, vaiz vesaire gibi din elemanlarını yetiştirmekle de görevlidir. Enstitü, ayrıca Türkiye’de İslam ilimleri alanında araştırmalarda bulunmak ve araştırmaların neticelerini yurt ve dünya ilim âlemine sunmak amaciyle de vazifelidir.” [26]
Siyasi karar organları, yüksek İslam enstitülerine, Türkiye’deki din eğitim ve öğretimi ile İslam ilimleri üzerine araştırmalar yapma görevini verdi. Ancak mütefennine ilave olarak öğretmenlik mesleğini tekeline almak istedi. İlahiyat Fakültesi Dekanı Bedii Ziya Egemen, Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılış konuşmasında bu misyonuna vurgu yaparak:  “ Müslüman Türk evlatlarına İslam’ın gerçek ruhuna uygun din terbiyesini, din derslerini verecek öğretmenleri yetiştiren bir ilim müessesesi”[27] olduğunu ifade etti. Aydın bu iki kurumun amaçları itibariyle farklılığını şu şekilde açıklamaktadır: “İlahiyat Fakültesi, temelde teolog yetiştirmeyi, modern bilimlerin ışığında İslam düşüncesinin gelişmesine katkıda bulunacak insanları yetiştirmeyi amaçlarken, Yüksek İslam Enstitüsü, iyi eğitimli din görevlisi, İHL ve orta dereceli okullar için din eğitimcisi ve öğretmeni yetiştirmeyi kendisine amaç edinmiş durumdadır. Birincisi daha ziyade akademik hedefler ön planda iken, ikinci de bu yön ikinci plana atılmış gibi gözükmektedir.” [28]
Demokrat Parti döneminde İlahiyat’a bir alternatif olarak kurulmuş olan ve sadece İHL mezunları arasından öğrenci alan İslami ilimler Enstitüsü ile yukarıda zikredilen resmi dökümanlarda, yeni kurulan bu kurumun temel özellikleri ve sağcı bir siyasi iktidar tarafından kendisine yüklenen temel görevleri şu şekilde sıralayabiliriz:
  1. İlkokullarda, Orta dereceli okullarda ve öğretmen okullarında din derslerini ehliyet ve selahiyetle verebilecek öğretmen yetiştirmek
  2. İmam-Hatip okullarının birinci devrelerine yeter sayı ve değerde bir tedris heyeti kazandırmak
  3. İslam bilimlerine sadık kalmak
  4. İmam Hatip Okullarına, İlköğretmen Okullarına ve diğer orta öğretim müesseselerine öğretmen yetiştirmek
  5. DİT’nda müftü, vaiz vesaire gibi din elemanları yetiştirmek
  6. İslam ilimlerinde araştırmalarda bulunmak, sonuçları dünya ilim alemine sunmak
CHP ve DP’nin iki ayrı yüksek din öğretimi modelinin ilk uygulanan programlarını karşılaştırdığımızda aslında her ikisi arasında çok ciddi farkın olmadığı görülmektedir. Ancak siyasi iktidarın 1949 yılında orta öğretim programlarına giren isteğe bağlı din kültürü derslerine ve İmam-Hatip okullarındaki meslek derslerine İlahiyat mezunlarının girmesini engellemek için Yüksek İslam Enstitüleri’ni açtıkları anlaşılmaktadır. Aslında İlahiyat Fakültesi’nin 1953-1954 yılında uygulamaya konulan 1971 yılına kadar devam eden programı ile Yüksek İslam Enstitüsü’nün 1959 yılında uygulanan programlar karşılaştırıldığında alan dersleri, kültür dersleri ve formasyon dersleri itibariyle aradaki fark, daha iyi anlaşılacaktı. Halit Ev, yaptığı araştırmada bu konuda şu sonuçlara ulaşmıştır:
Ankara İlahiyat’ın[29] 1953-1954 yılında uygulamaya konulan ve 1971 yılına kadar uygulanmaya devam eden “programın yaklaşık % 22.02’lik kısmı Arapça, % 12.84’ünü İslâm tarihi ve sanatlarıyla ilgili dersler, % 33.02’sini temel İslâm ilimleri ile ilgili dersler, % 3.67’sini felsefe grubu dersler, % 11.01’ni de diğer din bilimleri ile ilgili dersler oluşturmaktadır. Ayrıca % 16.51’lik bir oranda da inkılap tarihi, yabancı dil ve Farsça dersleri yer almaktadır. Bu oranlara göre alan bilgisi derslerinin % 56.88, genel kültür derslerinin % 20.18 şeklinde dağıldığını söyleyebiliriz. Programda % 7. 33’lük bir oranda yer alan din psikolojisi, din sosyolojisi ve pedagoji derslerini öğretmenlik formasyonu veren dersler olarak kabul etmek mümkündür.”[30]
“YİE’nün 1959 yılında uygulamaya konulan ilk programda “ Arapça % 17.75, temel İslamî ilimler % 35.51, İslam tarihi ve sanatları % 14.95, felsefe grubu dersleri % 1.86, din bilimleri ile ilgili dersler % 7.47, zorunlu ders sayılabilecek dini musiki ve inkılap tarihi % 1.86 oranında yer almakta, bu dersin yabancı dil ve Farsça ile birlikte % 22.42’ye çıkmaktadır. Programdaki derslerin oranlarına öğretmen yetiştiren bir kurum olarak açılmış olması nedeniyle bir de bu açıdan bakılacak olursa alan bilgisi derslerinin % 57.93, genel kültür derslerinin % 24.28, öğretmenlik meslek bilgisi verebileceği düşünülen dinî psikoloji, dini pedagoji ve hitabet derslerinin de % 4.57 oranında olduğu görülecektir.”[31]
Ankara İlahiyat Fakültesi yöneticileri, yeni açılan YİE’leri ile amaçlananların farkındaydı. Bu sebeple, fakülte 1972-1973 ders yılından sonra 5 yıla çıkarıldı ve ilk yılda kaynak dili Arapça’ya, Farsça’ya,  bir batı diline ve ilahiyat eğitiminde ihtisaslaşmaya yardımcı olacak felsefe grubu derslerine ve  son iki ise yılda İslam bilimlerinde ihtisaslaşmayı sağlayacak derslere ağırlık verildi. Bu ihtisaslaşma Tefsir ve Hadis Bölümü ile Kelam ve İslam Felsefesi Bölümü olarak yapılandırıldı.[32] Diplomalar da bu ihtisaslaşmaya uygun olarak düzenlendi. İmam-Hatip okullarının artması  ve seçmeli din derslerinin orta öğretim ve lise programlarında yer alması sebebiyle, muhtemelen İslam Enstitüleriyle yaşanan zihniyet çatışması dolayısıyla, ilk defa öğretmenlik misyonunu güçlendirmek için  ders programlarına 1961-1962 yılından itibaren konulan iki saatlik Pedagoji dersi, Fakülte’nin her iki ayrı ihtisas bölümünün programında 2 saat olarak korundu[33]. Bununla birlikte ilahiyat fakültesinde ihtisaslaşmanın esas alınması dolayısıyla iki ayrı bölümün oluşturulmasına bakılırsa, her ne kadar mezunlar öğretmenlik yapmak zorunda kalsalar da, bu kurumun ihtisas yönünün ilahiyat teknisyeni veya öğretmen yetiştirme yönüne ağır bastığı söylenebilir. 
1980 ihtilalinden sonra İslam enstitülerinin ilahiyat fakültesine dönüştürülmesiyle birlikte, ilahiyat programları da değiştirildi.  1982-1991 yılına kadar okutulan programlar incelendiğinde ilahiyat programlarının ihtisaslaşma boyutunun zayıflamaya başladığı ve öğretmen yetiştiren meslekî kuruma dönüştüğü görülecektir. Daha önceki programlarda hikmet dersleri öncelenerek felsefe ve mantık grubu dersleri ilk yıllarda verilirken, bu programda pedagojik formasyon dersleri büyük bir yekün tutmuş,  hikmet ve hüküm karışık olarak birlikte verilmeye ve de ilahiyat fakülteleri, İslam enstitülerinin misyonunu üstlenmeye başlamıştır. Arapça hazırlık sınıfının konulması ve Farsça’nın 8 saat yapılması İslam kültür ve medeniyetini anlamanın aracı olan bu bilimlere önem verilmesi bakımından önemlidir. Bu program, 12 Eylül’ün de etkisiyle öğrenciye ihtisaslaşmak ve ilmî uzmanlaşma için boş zaman bırakmayan ve onu ders yoğunluğu altında meşgul eden bir program olduğundan,  mütehassıs kimliği zayıflamış, mütefennin kimliği öne çıkmaya başlamıştır.
1997 yılındaki değişiklik ilahiyat fakülteleri açısından son derece önemli bir açılım getirmekteydi. 1970’li yıllarda İlahiyat akademik eğitiminin yanı sıra öğretmen yetiştirme  ile birlikte 1997 yılına kadar iç içe yürüyen yüksek din eğitim ve öğretimi, bu tarihten itibaren iki ayrı program halinde planlanmıştı. Böylece ilahiyat eğitimi ve öğretmenlik eğitimi birbirinden ayrılmıştı. Bu ayrım ilahiyatlardaki ihtisaslaşma ile ilahiyat teknisyeni olarak öğretmenlik bölümünün ayrımı anlamına gelmekteydi. Ancak ilahiyat programından Arapça hazırlık sınıfının kaldırılması, Arapça, Farsça ve yabancı dillerin yeterince verilememesi ve hikmet dersleri ile hüküm derslerinin karıştırılması programların ihtisas eğitimi boyutunu zayıf düşürmüştür. Bununla birlikte zorunlu ve seçmeli dersler mantığının benimsenmesi, araştırma ve incelemeye yönelik olarak ders saatlerinin azaltılması,  öğrenci için özel ilgi alanları oluşturmasına ve belli alanlarda ihtisaslaşmasına imkan tanımıştır. Özellikle DİKAB programı,  mütefennin yetiştirme misyonunu hakkıyla yerine getirmiştir. Ancak buna rağmen her hangi bir araştırma ve inceleme yapılmadan bu programlar eğitim fakültelerine aktarılmıştır. Bazı ilahiyat fakültelerinde eğitim fakültelerinin birikiminden faydalanmadan yürütülmesi gerekçesi hariç, böyle bir değişikliğin tutarlı bir yanı yoktu. Eğitim fakültelerinde alan bilgisini verebilecek ilahiyat  fakültelerinden yeterince yararlanılmadan yürütüldüğü için, bu bölümler büyük sorunlarla karşılaştı. Diğer taraftan eğitim fakültelerindeki bu programların, ilahiyatların bulunduğu yerlerde kısmen işbirliğine gidilerek yürütülmesi bir kenara bırakılırsa, iki üç ilahiyatçı öğretim elamanı takviyesiyle bu programın yürütülmesi gelecek nesillere din kültürü verecek bu kuşağın oldukça zayıf yetişmesine sebep oldu. Son değişikliklerle bu bölümler tekrar ilahiyat fakültelerine aktarıldı ve bir süre sonra öğrenci alınmayarak DİKAB programları işlevsizleştirildi. Buna karşın pedagojik formasyon dersleri, son değişikliklerle ilahiyat fakültelerinin “ilahiyat programları”na tekrar yerleştirildi. Formasyon derslerinin program içinde veya dışında verilmesi, fakültelerin hem akademik (ihtisas)  kimliğine hem de mütefennin yetiştirme kimliğine büyük zarar verecektir. Bize göre, bu iki alanın birbirinden ayrı programlar halinde verilmesi kaçınılmazdır.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, açılışının ilk  yıllarından itibaren Katı Laikçilerin ve Katı muhafazakarların takibatı altında olmuş ve her iki taraftan da eleştirel almıştır. Dönemin gazetelerinde bu konuyla ilgili pek çok köşe yazısı ve haber kaleme alınmıştır.[34] Ankara İlahiyat, aslında devletle ve halkla güvenilir bir ilişki kuramamıştır. 1980’li yıllara kadar her iki kesime mesafeli durarak itibarını korumaya çalışmıştır. İhtilal dönemlerini, ilmi ve akademik çizgisinden ödün vermemesi sayesinde hasar almadan atlatmıştır. Kendisine bilimsel araştırmaya ve yeni bilgiye dayalı bir öğretimi amaç edindiğinden 1960’lı yıllarda Türkiye’de yeni filizlenen tarikat ve cemaatlere karşı eleştirel yaklaşımları dolayısıyla ve bir kısmının bunu laikliği koruma adı altında yapması dolayısıyla cemaatlerle arası iyice açılmıştır. Özellikle Nurculuğa veya diğer akımlara karşı Yaşar Kutluay[35], Neda Armaner[36], Neşet Çağatay[37] ve İbrahim Agah Çubukçu[38] gibi Fakültenin öğretim üyeleri eleştiriler makaleler ve kitaplar yazmıştır. Ayrıca sonraki yıllarda Ankara İlahiyatta daha önce öğretim üyeliği yapmış veya  bu kurumda görev yapan öğretim üyeleri Din ve Laiklik, İslam ve Laiklik ilişkisini ele alan; Laikliğin Türk toplumu açısından önemini analiz eden makaleler ve müstakil kitaplar yazmışlardır.[39] 1970’li yıllarda başlayan ve 2000’nin başlarına kadar devam eden başörtüsü yasağı ve zorla uygulama talepleri,  her ne kadar Ankara İlahiyatta öğretim üyelerinden yeterli destek bulamamışsa da, fakültede siyasileşme sürecini başlatmasına ve  Laikçi; İslamcı-Gelenekçi, Yenilikçi-Modernist ve Tarihselci şeklinde ayrışmalara sebep olmuştur.  Yanı sıra Ankara İlahiyatın 3. kuşağından bazı öğretim üyeleri arasında Fazlurrahman’ın etkisiyle başlayan tarihsellik savunusu ve bu konuda İslamî Araştırmalar ve İslamiyât dergilerinde yayımlanan yazılar, Ankara İlahiyatı tekrar tartışmaların odağına taşımıştır. Ayrıca 28 Şubat sürecinde bir grup öğretim üyesi tarafından yazılan ve Ankara Üniversitesi yayınları arasında çıkan İslam Gerçeği[40] kitabı bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu çalışmalar, Tarikatler ve cemaatlerde Ankara İlahiyata karşı tepkiler artmış, hatta bu kurumun aleyhinde toplum ve siyaset nezdinde faaliyet içerisine girmişlerdir. Şu anda bunun bir devamı olarak İmam Hatip okullarında tarikat ve cemaat mensubu olan bazı öğretmenler, öğrencilerine Ankara İlahiyat’ı tercih etmemeleri konusunda telkinde bulunmaya devam etmektedir.
28 Şubat sürecinde hazırlanan ve topluma dayatılmak istenen “Batı Çalışma Grubu Eylem Planı”, genelde Türkiye’deki din eğitimi ve öğretimini özelde İlahiyat fakültelerindeki eğitimi olumsuz etkilemiş ve o zamana kadar elde edilen müktesebatın  kaybedilmesine sebep olmuştur.  Aslında bu uygulamalar, tek parti döneminde daha önce belirlenen din politikasının yeniden devreye sokulması olarak görülebilir. Askeri gücü arkalarına alan Katı Laikçiler,  siyasi iktidarlara baskı yaparak kendi din politikalarını uygulatmak istiyorlardı. Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat MGK kararları ve 06 Mayıs 1997 tarihli “Batı Çalışma Grubu’nun Eylem Planı”nda yer alan ve İlahiyatları doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren siyasi kararlardan[41] ve daha sonraki zecrî uygulamalardan hareketle onların bu süreçte gerçekleştirmek istediklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
  1. Laiklik aleyhtarı faaliyetleri engellemek
  2. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık, “aydın din adamları” yetiştirmek
  3. Siyasal İslamcılarla, taşra uleması ve taşra şeyhleriyle mücadele etmek
  4. İrticai faaliyetlerle mücadele etmek
  5. Şeriatçi kadroları kontrol ve takip etmek ve “köktendinci kadroları” tasfiye etmek
  6. İlahiyat fakültesi mezunlarından yararlanmak. 
  7. Tarikat, vakıf ve cemaatlerin açtıkları Kur’an kurslarının kapatılması için yetkili mercileri yönlendirmek.
  8. Kesintisiz eğitimi uygulamak ve bu yolla erken yaşlarda yaygın din eğitiminin önüne geçmek
  9. Kur’an kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı kontrolünde açılıp denetlenmesi için gerekli kanuni düzenlemeleri yapmak
  10. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdaşı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olmak
  11. İlahiyat fakültelerinin sayısını azaltmak
  12. İlahiyatların öğrenci kontenjanlarını düşürmek
  13. İHL’nin kontenjanlarını düşürmek
  14. Kat sayı uygulamasına geçerek İHL öğrencilerinin başka alanlara girmesini zorlaştırmak
 
2002-2019 Arasında Zihniyet Kutuplaşmasının İlahiyat Eğitimi Üzerindeki Yansımaları
 
AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiğinde, 28 Şubat sürecinde  siyasî ve toplumsal alanı ilgilendiren  pek çok sorunla karşılaştı. Bu sorunların başta gelenleri arasında, daha önceki iktidarlar döneminde askeri müdahalelerle iyice karmaşıklaşan ilköğretimden yüksek öğretime kadar örgün ve yaygın din öğretimi sorunu bulunuyordu. İlk iktidar dönemlerinde mevcut durumda bazı iyileştirmelere gittiyse de, “Laiklik aleyhtarlığına  odak oluşturduğu” gerekçesiyle aleyhinde açılan dava dolayısıyla kendisini baskı altında hissetti. Din eğitimi ve öğretimi ile ilgili sorunlara, daha çok 2010’dan sonra müdahil olmaya başladı. Bu süre zarfında yüksek din eğitim ve öğretiminde, siyasi iktidarın çoğu kere sonradan haberdar olduğu üniversitelerin insiyatifinde gerçekleşen değişiklikler ve değişmeler oldu. Daha önce yüksek din eğitim ve öğretimi olarak açılmış programlardan İlahiyat Meslek Yüksek Okulu (YÖK 29.12.1988), Anadolu Üniversitesi Diyanet Personeli için Sosyal Bilimler Ön Lisans Programı (1989), Din Kültürü Ahlak Bilgisi Lisans Programı (1997), İlköğretim DKAB Öğretim Programı (1998-1999) ve İlahiyat Lisans Programı (1997)’ına ilave olarak Uluslararası İlahiyat (2006), Dünya Dinleri (2007), Yaygın Din Öğretimi ve Uygulamaları (2007, İngilizce İlahiyat Programı (2010-2011), İlahiyat Lisans Tamamlama Uzaktan Eğitim Programı (İLİTAM)   (2005-2006), İlahiyat Lisans Programı 2. Öğretim, İslami İlimler Fakülteleri (2012), Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakülteleri (2011-2012)’nin açılmasıyla bu alanda bir çeşitlenme oldu. İlk müdahalelerden birisi, Ankara İlahiyat’ın öncülüğünde hazırlanan İlahiyat Ön Lisans Programları ve kitaplarının yeniden yazılması konusunda 2010 yılında yapıldı. 2010 yılından itibaren İlahiyat Fakültesi, İlahiyat Bilimleri Fakültesi, Dini İlimler Fakültesi, Uluslararası İlahiyat ve Dini İlimler Fakültesi veya İslami İlimler Fakültesi adıyla yeni İlahiyat Fakülteleri açılmaya başlandı ve fakültelerin sayısı yüze ulaştı.
2002-2019 tarihleri arasında yapılan değişiklikler, Katı Laikçiler ve Katı Muhafazakarlar arasındaki kutuplaşma ortamında, daha çok 28 Şubat sürecinde askeri çevrelerin iktidarlar üzerinde baskısıyla uygulamaya konulan hususların değiştirilmesinden  veya ortadan kaldırılmasından ibaret kaldı. Bu tür değişikliklerde, iktidardan yana görünen cemaat ve tarikatler önemli rol oynadılar. 28 Şubat sürecinde din eğitimi konusunda gerçekleştirilmek istenen uygulamalara son verildi; yeni fakülteler açıldı ve ilahiyat fakültelerinin öğrenci kontenjanları yükseltildi. 2002-2019 tarihleri arası ilahiyatları doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren değişiklikleri şöyle sıralayabiliriz:
  1. Üniversitelere girişte katsayının değiştirilmesi
  2. İlahiyatların öğrenci kontenjanlarının artırtılması[42]
  3. İlahiyat Fakültelerinin sayısının artırılması[43]
  4. Üniversitelerde başörtüsüne serbestlik
  5. İlahiyatlara 1. sınavla öğrenci alınması
  6. Programların Tefsir, Hadis ve Kur’an derslerinin sayılarının artırılması
  7. Programlarda Felsefe ve Din Bilimleri, Kelam ve İslam Mezhepleri Tarihi derslerinin azaltılması
  8. Vakıf üniversitelerinde ve ilahiyatlarda cemaatçi yapılanmalarının yolunun açılması
  9. DKAB bölümünün kapatılması
  10. Pedagojik Formasyon derslerinin programlara dahil edilmesi
  11. Sivil Din Eğitimi Söylemi adı altında medreselerde din eğitimini meşrulaştırma çalışmaları
  12. İlahiyat isminin değiştirilmesi veya yeni adlarla yüksek din eğitim-öğretimi yapan fakültelerin açılması
 
Çok partili dönemde cemaat ve tarikatlerin temsil ettiği muhafazakar kesimlerin oy potansiyeline paralel olarak, partiler daha fazla oy alabilmek için onların din söylemlerine ve taleplerine uygun alternatif yüksek din eğitimi ve öğretimi kurumları ihdas etmek arayışına girmişlerdir. DP döneminde CHP döneminde açılan İlahiyat Fakültesi’nie alternatif olarak Yüksek İslam Enstitüleri böyle bir arayışın sonucunda kuruldu. İlahiyatlarla ilgili yapılan değişikliklerde, 28 Şubatçılarla sürdürülen hesaplaşmaya bazı cemaatçi ve tarikatçi yapılar Ankara İlahiyatı da dahil etmek ve programlara müdahalelerde bulunmak ve Fakültenin kendi insiyatifi ile 1998 yılında yapılan programları 28 Şubatçıların programları olarak sunmak isteyenler oldu.  Bu süreçte bazı cemaat ve tarikatler, siyasi yetkiyi kullanarak İlahiyat eğitim ve öğretim programlarında kendilerine yer açmaya çalıştılar.
2002 yılına kadar Katı Laikçiler ve Katı Muhafazakarlar arasında, Din-siyaset ilişkisine bağlı olarak din politikasındaki farklılıklar siyasi olmanın ötesinde ideolojik bir çerçeve kazanmıştı. 2002-2019 yılları arasında İlahiyat konusunda yapılan tartışmalarda bu ideolojik kutuplaşmanın derinleştiğini görmekteyiz. Örneğin, İlahiyat programlarını Yüksek İslam Enstitüsü programlarına uyarlama veya medreselileştirme; tarihsel tecrübe ve modern gelişmeleri dikkate alarak geliştirilen İlahiyat programlarını 28 Şubatçıların ürünü olarak gösterme, Ankara İlahiyatla (Din tahripçileriyle !) hesaplaşma veya onu itibarsızlaştırma, İlahiyata nebevî müdahale, hükmü hikmetin önüne geçirme, bazı cemaatler tarafından İLİTAM’ı devlet kademelerine sızma aracı olarak kullanma, bilimsellikten ve nesnellikten uzaklaşma, gelenekçiliğe savrulma, mezhepçi ve Sünni eğitimi talep etme, siyasi politikaları destekleyen ve onlara karşı duyarlılığı öngören siyasallaşma sürecine İlahiyatı dahil etme,  çoğulcu din dili yerine tektipleştirici ve baskıcı bir din söylemini hakim kılma gibi.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Cumhuriyetin başından beri Katı Laikçiler ve Muhafazakarlar arasındaki İlahiyat Fakültesi-Yüksek İslam Enstitüsü/ İslami İlimler Fakültesi modelleri ile ilgili tartışmalarda din-siyaset ilişkisi alanındaki zihniyet kutuplaşması belli ölçüde İlahiyat programlarının yenilenmesi çalışmalarında rekabet etmeye, bazen de birbirini devre dışı bırakacak kadar ciddi gerilimlerin yaşanmasına sebep olmaktadır. Bu zihniyet kutuplaşması, İlahiyatla ilgili tartışmalarda ve onun amaç, hedef ve istihdam alanlarını tanımlarken şu karşıt kavramların üretilmesine sebep olmuştur. Örneğin “Yüksek Diniyat Mütehassısı-Yüksek Diyanet Mütehassısı”, “İlmî Müessese-Dinî müessese”, “İlmî fakülte-Medrese”, “İlahiyat Fakültesi-İslam İlahiyat Fakültesi”, “Üniversiteye bağlı-Diyanete bağlı”, “Din öğretimi- Din eğitimi-”, “mütehassıs-mütefennin”, “Mütefekkir-mütedeyyin”, “Bilim adamı-Alim”, “Modernleşmeci-Gelenekçi”, “İlahiyat Fakültesi-Diyanet Akademisi”, “Alaylı-Mektepli”, “Hüküm-Hikmet” ve “Sosyoloji/Felsefe Fakültesi-İslami İlimler Fakültesi” vb.
Dünyada eğitim ve öğretim ile ilgili gelişmeler eğitimin rasyonel ölçütleri veya standartları açısından değerlendirildiğinde, genelde yüksek öğretimin özelde yüksek din eğitim ve öğretimini yapılandırılırken özellikle “eğitimde kaliteyi artırmak”,  “araştırma ve yeni bilgiye dayalı eğitim-öğretim yapmak”, “insan kaynaklarını geliştirmek”,  “öğrencilerin kalitesini artırmak”,  “Öğrenci merkezli eğitim ”,  “araştırma ve bilimsel yayınlarda kaliteyi artırmak”,  “kurumsal yapıda ve yönetimde kaliteyi artırmak”,  “kurum kültürünü geliştirmek” ve “eğitim teknolojisinden yararlanmak”  gibi uluslar arası standartların temel ilke olarak benimsendiği görülmektedir.
2002-2019 yılları arasında İlahiyat eğitim ve öğretim ile ilgili değişiklikler eğitimin, rasyonel standartlarına uygun ve tabii bir süreç içerisinde gerçekleştirilmemiştir. Birçok İlahiyat Fakültesi’nde yeterli öğretim üyesi, kitap, araç ve gereç bulunmamaktadır.  Ayrıca bazı fakülteler, yeterli öğretim kadrosuna sahip olmamasına rağmen, ikinci eğitim ve İLİTAM eğitim programları da yürütmektedir. Rasyonel eğitim için gerekli şartlar sağlanamadığı için, yüksek din eğitim ve öğretiminde, mesleki ve akademik yeterlilikler açısından öğrenci kalitesi düşmektedir.
Bazı İlahiyat Fakülteleri ve İslami İlimler Fakülteleri, araştırma ve yeni bilgiye dayalı eğitim ve öğretim yaparak öğrencilere bilimsel bir bakış açısı kazandırılmak yerine tek kitaba veya ders notlarına bağımlı lise seviyesinde ezberci bir eğitim öğretim yapılmakla eleştirilmektedir.  Öğrenci ve fakülte sayısının nicelik açısından hızlı bir artış göstermesi, nitelik ve kalite artışı ile ters orantılıdır. Dolayısıyla eleştirel bakış açısının zayıflaması, tektipleştirici tarikatçi, cemaatçi ve mezhepçi eğilimlerin güçlenmesine sebep olmaktadır.
İlahiyat programlarında, program geliştirme standartlarına uyulmadan, ders sayıları veya kredileri üzerinde oynanarak yapılan değişiklikler ve sonrasında bunların aynen uygulanmasının istenmesi, İlahiyat eğitiminde merkeziyetçiliğe ve ortak karar verme mekanizmalarının zayıflamasına sebep olmaktadır.
Günümüzde  toplumun dini ihtiyaçları artmış ve sorunları farklılaşmış ve bu ihtiyaçları karşılayabilmek ve sorunları çözebilmek için din hizmeti ile ilgili farklı mesleki alanlar ortaya çıkmıştır. Örneğin İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, Kuran Kursu Öğreticiliği, İmam Hatip Öğretmenliği, Seçmeli Dersler Öğretmenliği, Diyanet Din Hizmetleri Uzmanlığı, Dini Danışmanlık, Manevi Bakım Rehberliği vb. birer meslek alanı haline gelmiştir.
Toplumsal değişimin ve ihtiyaçlardaki çeşitliliği dikkate almadan, din eğitim ve öğretimi ile ilgili ihtiyaçları merkeziyetçi bir anlayışın dayattığı tek tip bir ilahiyat programı ile karşılamak hem imkansızdır; hem de bilimsel eğitim ve meslekî eğitimin temel ilkeleri ve çerçevesi ile çelişmek anlamına gelmektedir. Bu sebeple İlahiyat programı, ya tamamen teknik meslekî bir eğitime veya her konuda eğitim veren ama hiç birisinde başarılı çıktıları olmayan bir eğitime dönüşmeye başlamıştır. Çünkü böyle bir programın uygulanmasında mevcut ilahiyat fakülteleri ne yeterli kadroya ve fiziki imkana ne de yardımcı elemana sahiptir.
Birden fazla program uygulayan ve yanı sıra ikinci eğitim ile ön lisans, lisans tamamlama eğitimi veren ilahiyat fakültelerinin her birinin kendine özgü ihtiyaçlarını karşılayacak programlara ihtiyacı vardır. Mevcut programları ayrı ayrı fakülte programları gibi yürütmek, öğretim üyelerinin boşa enerji harcamasına ve öğrencilerin yeterince eğitimden amaçlanan yeterlilikleri ve kazanımları edinememelerine yol açmaktadır.
Program geliştirme eğitimin önemli bir alanıdır ve bunun bilimsel gelişmeler doğrultusunda yapılması gerekir. Toplumsal dinî ihtiyaçlar ve bireysel dinî ihtiyaçlar dikkate alınarak din konusunda hizmet alanlarının belirlendiği (tadat) takdirde, genel hatlarıyla sağlıklı ve rasyonel bir şekilde üç ayrı program altında yapılandırılabilir.  
a)Akademik İlahiyat Programı (Mütehassıs/Uzman)
b) Mesleki İlahiyat veya Öğretmenlik(Mütefennin),
c)Din Hizmetleri ve Manevi Bakım Rehberliği (Mütefennin ve Mütedeyyin)
 
Her bir program için konulacak standartları sağlayan fakülteler,  bunlardan birisini veya ikisini ya da üçünü açabilir. Ben, İlahiyat Fakülteleri ve Programlarının yeniden yapılandırılarak ilk üç yılının ortak diğer yıllarının disiplinler arası modüler bir sistemle yürütülmesini önermekteyim. Birlikte veya ayrı olsa dahi, burada eğitim görecek öğrencilerin Üniversite sınavlarına bu üç alanla ilgili ayrı ayrı tercih ve puanla gelmesi imkanını sağlamak durumundayız. Bu programları seçenler, mezun olduktan sonra hangi mesleğe veya alana talip olacağı konusunda kafa karışıklığı yaşamamalıdır. Daha önce yazdığım bir makaledeki önerimi[44] burada tekrarlamak istemiyorum. Sadece bazı tashihler ve ilavelerle güncellenmiş halini vermekle yetineceğim.
 
İlahiyat Fakültelerinde rasyonel bir eğitim yapılabilmesi için, eğitim ve öğretim programlarının,  disiplinler arası ve modüler yaklaşımla yeniden yapılandırılması şarttır. Buna, yıllardır tartışılmaya devam eden aşağıdaki soruların cevaplandırılmasıyla başlamak gerekir.
  1. Yüksek din eğitim ve öğretiminin felsefesi nedir?
  2. İlahiyat eğitimi mi yoksa  İslam ilahiyatı eğitimi mi?[45]
  3. İlahiyat bir meslek yüksek okulu mu yoksa evrensel bilgi üreten bilim müessesesi mi?
  4. Eğitim programların ilk üç yılında  hikmet mi yoksa hüküm mü önce verilmelidir?
  5. İlahiyatın çıktısı mütehassıs (din alimi/mütefekkir/akademisyen) mı, mütefennin (İlahiyat teknisyeni) veya mütedeyyin (dininin propagandacısı/dai) mi?
  6. Mütehassıs, mütefennin ve daî yetiştirmek tek bir program ilemi ayrı ayrı mı verilmelidir?
  7. Tektipleştirici program mı program çeşitliliği mi?
  8. Program yapılanması mı bölüm yapılanması mı?
 
Yüksek Öğretim Kurulu, fakülteleri mevcut akademik  potansiyeline, fiziki imkanlarına, tarihsel tecrübesine ve öğrenci kapasitesine uygun olarak sınıflandırabilir ve dünya eğitim standartlarına göre hangi programın kaç öğretim üyesi tarafından yürütüleceğini ve bir öğretim üyesine kaç öğrenci düşeceği konularında temel ilkeleri belirleyebilir. Fakülteler buna uygun olarak kendini geliştirerek, hangi programa uygun yeterli kriterleri sağlarsa o programı açar ve öğrenci alımına başlar. Bu sürecin tersinden işlemesi bilimsel olarak önemli sorunların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Fakültelerin öğretim üyesi kapasitesi ne kadar güçlü olursa olsun, gelinen süreçte var olan ilahiyat programlarının tümünü yürütebilmeleri imkansızdır. Bu durum üniversitenin araştırma ve incelemeye dayalı bilimsel bir eğitim yapmasını güçleştirmekte, öğretim üyelerinin ilahiyat alanında etkili ve evrensel düzeyde araştırma yapmalarını engellemektedir. Böylece ilahiyat fakülteleri geleneksel bilginin aktarıldığı, bilimsel bilginin üretilemediği kurumlara dönüşmeye başlamıştır.
Eğitim-öğretim ve özellikle din eğitimi ve öğretimi, iktidarların değişmesiyle sık sık değişen ve sil baştan yapılandırılan ya da kurgulanan günübirlik bir konu değildir; bu sebeple güncel ve ideolojik siyasi projelerin bir parçası olarak değil, siyaset üstü  ve uzun vadeli politikalar gerektiren hassas ve hayatî bir konudur.
Yüksek din eğitim ve öğretimi programları, tarihsel din eğitimi ve öğretimi tecrübemizin güçlü ve zayıf noktalarının belirlenmesi, din eğitimi ve öğretimi konusunda toplumsal ihtiyaç analizlerinin yapılması, bu ihtiyaç analizlerine göre din eğitimi ve öğretimi ile ilgili mesleklerin tadadının yapılmasından sonra, yüksek din eğitim ve öğretimi alanında bilim dünyasında geliştirilen yöntem ve yaklaşımlar dikkate alınarak yeniden yapılandırılmalıdır.
Bu yapılandırma, geçmişte uygulanan ilahiyat fakülteleri, yüksek İslam enstitüleri ve İslami ilimler akademisi programlarını masaya koyarak, onlarda yer alan derslerin saatleri üzerinde matematiksel olarak oynamak ve belli bir sayıyı tutturmakla veya Bologna sürecine uydurma iddiasıyla sadece programlar üzerinden gerçekleştirilemez.
İlahiyat fakülteleri, sadece meslek elamanı yetiştiren veya her alana eleman yetiştiren kurumlara dönüşmüştür. Yeterli fiziki ve insan kaynaklarına sahip olmayan İlahiyat fakülteleri, din olgusunu, dini sorunları, dinin tezahürlerini bütün yönleriyle inceleyebilen “yüksek diniyat mütehassısları” veya “alimler” yetiştirmeleri imkansızdır.
İlahiyat fakülteleri, birinci ve ikinci tecrübede olduğu gibi, doğuş dönemindeki “yeni araştırma alanları keşfetmeye çalışan, yeni bilgi üreten, dini olguları bilimsel yöntemlerle inceleyen, sorgulamayı esas alan, tarihsel eleştiriye ve özeleştiriye önem veren” yüksek diniyat mütehassısı yetiştiren bir kurum olma kimliğinden taviz vermemelidir.  
 

[1] Partilerin din-siyaset ilişkisine bakışları ve din politikalarının din eğitim ve öğretimine nasıl yansıdığı konusunda bazı çalışmalar için bkz.: Tatlı, Ali,  Din Siyaset İlişkisi Bağlamımda Türkiye’de Din Eğitimi,  İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2018; Bollu, Cahit , Türk Basınında 1950 Seçimleri Çerçevesinde Din-Siyaset Tartışmaları, İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2009; Özcan, Zeynep, Cumhuriyet Dönemi Dinî Hayat (1938-1950), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Erzurum 2014; Sayım, Ahmet, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinin Türkiye’de Yüksek Din Öğretimi Programları Hakkındaki Görüşleri, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Samsun 2017.

[2] Bkz.: Bouthoul, Gasto, Zihniyetler Kişi ve Toplum Açısından Zihin Yapılarına Dair Psikososyolojik Bir İnceleme, çev. Selmin Evrim, İstanbul 1975, s. 5. Ayrıca bkz.: Mucchielli, Alex, Zihniyetler, çev. Ahmet Kotil, İstanbul 1991, s. 7.

[3] Mucchielli,  Zihniyetler, s. 17.

[4] Geniş bilgi için bkz.: Sönmez Kutlu, Güncel Dinî-Siyasî Sorunlar Üzerine Yazılar, Fecr Yayınevi, Ankara 2017, s. 87-115.

[5] Krş.: Tuğrul Yörük, “Cumhuriyet Dönemi Din Politikaları ve Uygulamaları”, Din ve Toplum, 5/13(2016),  s. 66 (ss. 64-77)

[6] Kutlu, Sönmez, Güncel Dinî-Siyasî Sorunlar Üzerine Yazılar, Fecr Yayınevi, Ankara 2017, s.

[7] İlk Mektep Müfredat Programı, İstanbul 1927, s. 47-49.

[8] Bkz.: Tatlı, Ali, Din-Siyaset İlişkileri Bağlamında Türkiye’de Din Eğitimi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2018,  s. 6.

[9] Yücel, Hasan Âli, Türkiye’de Orta Öğretim, Ankara 1994, s. 25.

[10] Ayhan, Halis, Türkiye’de Din Eğitimi,  Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 1999, s. 40-41.

[11] “Yüksek din alimleri yetiştirmek, dini etütlere ilmi bir merkez olmak, bu ara da İslamiyet’in ana prensiplerini ortaya çıkararak onu her türlü batıl itikatlardan sıyırıp tam özü ile meydana koymak, fakültenin vazifesi olacaktır. Bir hayat gerçeği olan din de hayat ile birlikte tekamül etmek ve yeni hayat oluşları karşısındaki vaz’ını tayin etmek gerekir. Bu tekamül ve tayin indi mülahazalarla değil, hayat hakkında reel ve ilmi bir görüşten sonraki metafizik izahlarla sağlanacaktır.  İlmi gerçeklerin inkar ve istihfafına sapmadan bu gerçekleri, tanıdıktan sonra varılan dini ruh, büyük, aydınlatıcı derin bir kuvvet olabilir. Bu itibarladır ki, lise öğrenimi üzerine kurulacak bir İlahiyat tahsilinden memleket fayda görecek, dini olanla olmayanı birbirinden ayırt edecek alimler buradan yetişecektir. Geçen asırlarda fertlerin yaptığı dini izahları ve reformları bugün hayatın kendisi, cemiyet yapmaktadır. Bu vakıaları müşahede ve tespit etmek, gerekli hallerde rehberlik vazifesini görmek, uyanık bir dini müessesenin işidir”. (Jaschke, Gottahard , Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yayınevi, Ankara 1972, s. 78.)

[12] Ülken, ,Hilmi Ziya, “İlâhiyat Fakültesinin Geçirdiği Safhalar”,  İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1961, s. 1. 

[13] Vakit, 20 Haziran 1928, s. 1; Kılıç, Murat, “ Cumhuriyetin İlk Yıllarında Dinin Denetlenmesi ve  Muhafazası Meselesi”,   Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Tarihin Peşinde, 9/18 (2017), s. 300. (ss. 295-317)

[14] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem IX., s. 22, 23 ve X, s. 3. Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s.  211.

[15] Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi,s.  212

[16] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem VIII, Cilt 20, Toplantı 3, Salı: s. 227-234.

[17] Ülken, Hilmi Ziya, “İlâhiyat Fakültesinin Geçirdiği Safhalar”,  İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1961, s. 11-12, 15, 16.  Krş.: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem VIII, c. 15 ( 3.1.1949), s. 9.

[18] Ülken, “ Bugünkü İlahiyat Fakültesinin Geçirdiği Safhalar”,  s. 13. Krş.: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem VIII, c. 15 ( 3.1.1949), s. 9;  Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 217

[19] 1. Esas İslamî İlimler:

Kur’an ilmi: Tefsir, Esbab-ı Nuzül, Nâsih ve Mensuh, İlm-i Hilâf, Tefsir Tarihi,

Hadis İlmi: Hadis, Usulı Hadis, Hadis Tarihi

İslam Hukuku Tarihi:

Kelam Tarihi ve İslam Felsefesi Tarihi.

İslam Dini Tarihi ,Tasavvuf Tarihi

2. İslam Medeniyetine ait İlimler Grubu:

İslâm Tarihi, İslam Mezhepleri Tarihi, İslam ve Türk Sanatları Tarihi, İslam Coğrafyası, Klasik Dini Metinler ve eski yazılar.

3. Tamamlayıcı İlimler Grubu:

Felsefe ve Mantık, Dinler tarihi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi ve Pedagojisi, Arapça ve Farsça, Garp Dilleri. (Bkz.: Ülken, “İlâhiyat Fakültesinin Geçirdiği Safhalar”,  s. 12-13)

[20] “İlahiyat Fakültesinin Kurulması”, Ulus, ( 3 Haziran 1948), s. 1.

[21] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: 9, (25 Şubat 1951), Cilt no: 5, s. 767. ( Ataş, Çiğdem, Türkiye’de Din-Siyaset ve Laiklik (1946-1960), Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 2003,  s. 114’den naklen)

[22] Başgil, Ali Fuat, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, İstanbul 1991, s. 210-211.

[23] 18.12.1950’de hazırladığı rapor.

[24] Başgil, Din ve Laiklik, s.211, Dipnot: 108.

[25] Geniş bilgi için bkz.: Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 232-233.

[26] Talim Terbiye Dairesi Başkanlığı’nın 31 Mart 1961 tarih ve 211 sayılı kararı. Bkz.: Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni,s.146.

[27] Aydın, Muhammed Şevki, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni, DEM yayınları, İstanbul 2005,  s. 146.

[28] Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni, s. 147-48.

[29] Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin yapısal ve programlarının gelişimi için bkz.: Tosun, Cemal, “Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Akademik Yapılanma ve Öğretim Programları Gelişimi (1949-2019)”, Türkiye’nin İlahiyat Birikimi Ankara İlahiyat’ın 70 Yılı (1949-2019), Ankara 2019, ss.73-150.

[30] Ev, Halit, Türkiye’deki Yüksek Din Öğretimi Kurumları Programlarının Öğretmen Yetiştirme Bakımından Değerlendirilmesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,  İzmir 199, s. 46.

[31] Ev, Türkiye’deki Yüksek Din Öğretimi Kurumları Programlarının Öğretmen Yetiştirme Bakımından Değerlendirilmesi,  s. 51.

[32] Bkz.:Koştaş, Münir, “Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ( Dünü, Bugünü)”, AÜİFD., (Özel Sayı), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1999, s. 153.

[33] Ankara İlahiyat Programlarında öğretmen yetiştirmeye yönelik gelişmeler hakkında bkz.: Tosun, Cemal, “Religious Education as a Scientific Discipline: The Establishment of Religious Education Department of Ankara University Divinity Faculty”, Dini Araştırmalar Ocak-Haziran 2018, s. 21, 53, 9-34.

[34] Geniş bilgi için bkz.: Bollu, Cahit, Türk Basınında 1950 Seçimleri Çerçevesinde Din-Siyaset Tartışmaları, İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2009, ss. 82-99.

[35] Kutluay, Yaşar, “Mezhepler Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, 1959-1960, cilt: III, sayı: 3-4, ss. 211-226.

[36] Armaner, Neda, İslam Dininden ayrılan Cereyanlar NURCULUK Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1964. (Bu eser, 21 Mayıs 1964 günü Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde verilmiş bir konferans metnidir.)

[37] Çağatay, Neşet,  Türkiye’de Gerici Eylemler kitabı, Ankara İlahiyat Yayını, Ankara 1972.

[38] Bkz.: Çubukçu, İbrahim Agah, Mezhepler, Ahlak ve İslam Felsefesi ile İlgili Makaleler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara  1967.

[39] Taplamacıoğlu, Mehmet, “Laiklik İlkesi ve Türkiye’deki Durum”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1963, cilt: XI, s. 35-53; Yurdaydın, Hüseyin Gazi, “Devlet ve Din, Halifelik ve Laiklik”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1983, cilt: XXVI, s. 173-181; Çubukçu, İbrahim Agah, “Laiklik ve Din”, Türk Kültürü, 1988, cilt: XXVI, sayı: 302, ss. 346-363; “Laiklik ve Din”, Türk Kültürü, 1988, cilt: XXVI, sayı: 302, s. 346-363; “Halifelik, Din ve Lâiklik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 1990, cilt: VI, sayı: 17, s. 301-305; Akdemir, Salih, Kur’ân ve Laiklik : Toplumsal Uzlaşma ve Barışa Kur’an’ın Katkısı, Form Yayınları, İstanbul Trz.; “Laiklik Sorununa Yeni Bir Yaklaşım: “Aşkın Boyut”, 1. Kur’an Haftası: Kur’an Sempozyumu, 03-05 Şubat 1995: Kur’an’ın Aydınlığına Doğru, 1995, s. 321-338; Fığlalı, Ethem Ruhi, “İslâm ve Laiklik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 1995, cilt: XI, sayı: 33, s. 653-686 ; “Din ve Laiklik İlişkisi”, II. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri: (23-27 Kasım 1998), 2003, cilt: I, s. 131-144; “Din ve Devlet İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 1997, cilt: XIII, sayı: 38, s. 581-611; “İslâm ve Laiklik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 1995, cilt: XI, sayı: 33, s. 653-686: Atatürk ve Din,  Azerbaycan Kültür Derneği, Ankara 1988; İslam Laiklik ve Türk Laikliğindeki Uygulamalar, Berikan Yayınevi, Ankara 2010;  Akbulut, Ahmet, “Din, Laiklik ve Demokrasi Üçgeni”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1999, cilt: ö.s. (Cumh. 75), s. 265-278; Ateş, Süleyman, “Şeriat ve Laiklik”, II. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri: (23-27 Kasım 1998), 2003, cilt: I, s. 168-172; Kostaş, Münir , “Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik ve İslam”, Uluslararası Avrupa Birliği Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri, 3-7 Mayıs 2000, 2000, cilt: II, s. 219-224; Bilgin, Beyza, “Türkiye’de Din ve Laiklik”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2001, cilt: XLII, s. 41-58; Günay, Ünver, “Laiklik, Din ve Türkiye”, Dinler Tarihi Araştırmaları - VI, [Sekülerleşme ve Dinî Canlanma, Sempozyum, 22-23 Ekim/October 2008, Ankara], 2008, s. 183-209 Güler, İlhami, “Rahmanî Siyaset ve Laiklik”, Yetkin Düşünce , 2018, cilt: I, sayı: 2, s. 71-74. 

[40] Atay, Hüseyin ...[ve öte.], İslam Gerçeği, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1995. Bu eser Ankara İlahiyat’ta öğretim üyesi Mehmet Bayraktar tarafından eleştirilmiştir. Bkz.: “İslam Gerçeği” Kitabı Üzerine,  Fecr Yayınevi, Ankara 1995. 

[41] Bkz.: Bahçekapılı, M., “Türkiye’de Din Eğitiminin Dönüşümü (1997-2012)”, İlke Yayınları, İstanbul 2012, s. 42)

[42] 1999 yılında 1280 öğrenci İlahiyat’a,  640 öğrenci  DKAB’a; 2006 yılında 650 öğrenci İlahiyat’a, 540 öğrenci DKAB’a;  2007-2008 yılında  999 öğrenci İlahiyat’a;  2018-2019 yılında 33202 öğrenci İlahiyat’a kayıt yaptırmıştır.

[43] 2009 yılında 24 İlahiyat varken 2019 yılında İlahiyat ve İslami İlimler adıyla 99 fakülteye ulaşmıştır.

[44] Bkz.: Kutlu, Güncel Dinî-Siyasî Meseleler Üzerine Yazılar, s. 50-55.

[45] Bu konudaki değerlendirmeler için bkz.: Tosun, Cemal, “Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Akademik Yapılanma ve Öğretim Programları Gelişimi (1949-2019)”, Türkiye’nin İlahiyat Birikimi Ankara İlahiyat’ın 70 Yılı (1949-2019), Ankara 2019, s. 75-76.

  
2377 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam321
Toplam Ziyaret911458
Yeni Çıkan Eserler


İnsani ve Ahlaki Değerler
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İmam Maturidi ve Maturidilik
(Özbek Türkçesi)
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


 Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar


Güncel Dini- Siyasi Meseleler Üzerine Yazılar



Selefiliğin Fikri Arkaplanı