• Prof. Dr. Sönmez Kutlu
    • Prof. Dr. Sönmez Kutlu

Üyelik Girişi
Başlıklar
Site Haritası
Onat Kitaplığı
   

Hasan Onat Kitaplığı
Hazırlayan Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Sorularla İslam Mezhepleri
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İslam Bilimlerinde Yöntem
 Prof. Dr. Hasan Onat
  Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Din Anlayışımız Üzerine Denemeler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Osman Aydınlı



Küreselleşme Din ve Terör
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Alevilik Kızılbaşlık Bekataşilik
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu ve Prof. Dr. Ömer Faruk Teber


Din İnsan ve Anlam Arayışı
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Betül Yurtalan


Aforizmalar
Toprak Tohum ve Kökler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Fatıma Nur Demir


İslam'ın Akılcı Yorumu
Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu 

İslam Medeniyetine Yön Veren Müslüman Türk Alimleri (YENİ)

 

 

 

 


İSLAM MEDENİYETİNE YÖN VEREN MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİ
           
 
Bir toplumun köklü değişimler karşısında milli kimliğini kaybetmeden varlığını sürdürebilmesi, geleneksel kültürel değerlerini ve dilini değişen şart ve ortamlarda koruyabilmesi, geliştirebilmesi ya da güncelleyebilmesiyle mümkün olabilir. Teşkilatçı bir millet olan Türkler, Türkistan’dan Anadolu’ya muhacereti sürecinde yeni karşılaştığı kültürlerden yararlanmasını bilmiş, güçlü kültürü ve İslamî değerlerle bütünleşmesi sayesinde başka kültür ve dinler karşısında erimemiş ve hep özne olmayı başarmıştır. Bu başarının arkasında pek çok sebep bulunmakla beraber, bunların başında kendine özgü kültürel değerler ve bunun doğurduğu dinî düşüncedeki birlik ve bütünlük anlayışı etkili olmuştur.
İslam dünyası tefekkür ve uygarlık tarihinde Farabî, Bîrunî ve İbn Sînâ gibi bilginler sayesinde şerefli bir yer elde etmiştir. Şüphesiz ki, bugün Müslümanların iftiharı olan İslam medeniyeti sadece Türk kültür havzasında yetişen bilginler sayesinde oluşmamıştır. Bu uygarlık, çeşitli kavimlere mensup Horasan ve Güney Asya’lı çok sayıda bilim insanının ilmî gayretleriyle gerçekleşebilmiştir. Türk milletininin, insanlık medeniyetine katkıları, Sayılı’nın da dediği gibi, yetiştirdiği bilim adamlarıyla ölçülebilir: “Fârâbîler, Bîrûnîler, Fergânîler, Hârezmîler, İbn Sînâlar, Alp Er Tongalar, Alparslanlar, Melikşahlar, Uluğ Beyler, Fatihler, Kanûnîler, Barbaroslar, Yunus Emreler, Fuzûlîler, Yusuf Has Hacipler, Kaşgarlı Mahmudlar, Mimar Sinanlar, Kâtip Çelebiler Türk tarihini süsleyen pırlantalar mesabesindedirler. Bu Türk büyüklerinin  bir kısmı devlet adamı, bir kısmı asker, bir kısmı sanatçı, bir kısmı da bilim adamı ve düşünürdür.”[1] Türk toplumlarının yetiştirdiği bu alimlerin ortaya koydukları dinî yorumlar ve medeniyet anlayışları analiz edildiğinde, onların din söylemlerinde ve dünya görüşlerinde örtülü değerler sistemini İslam öncesine uzanan insana saygı, akla güven, adalet duygusu, özgürlük ülküsü ve vatan sevgisi gibi kendi toplumlarına özgü ahlakî değerlerin ouşturduğu açıkça görülecektir.
Sempzoyumun başlığında yer alan “Orta Asya” ve “Medeniyet” kavramlarına açıklık getirmek istiyorum. Orta Asya kavramı, Rus araştırmacılar ve batılı oryantalister tarafından oldukça geniş bir coğrafya için kullanılmaktadır. Aslında burada kastedilen coğrafî alan, sanırım Horasan ve Maveraunnehir’i içermektedir. Bu coğrafyanın Ceyhun nehrinin ötesi Maveraunnehir, berisi Horasan’dır. Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklularla birlikte Horsan, Güney Asya ve Küçük Asya, İdil Volga Türklerin hakimiyetine girmiştir. İslam öncesi dönemde Maveraunehir Türk topluluklarının hakimiyetinde; Horasan Farsların hakimiyetindedir. Türk nüfusunun yoğun olduğu Maveraunnehir, daha sonra doğu Türkistan ve Batı Türkistan olarak tanımlanmıştır. Bu bakımdan, İslam’ın ilk dönemlerinde Orta Asya tabirini karşılayacak olan Maveraunnehir ve Horasan olabilir. Biz İslam dünyasında siyasi hakimiyetin 4./10. asrın başlarından itibaren Türklerin eline geçmesi ve ilmi faaliyetlerde öne çıkmaları sebebiyle, bu coğrafyayı başlangıç dönemi bakımından Maveraunnehir kültür havzası, daha sonra Türkistan kültür havzası olarak isimlendirmenin daha doğru olduğu kanaatindeyiz. Orta Asya ifadesi, diğer milletleri içermekle bearer asıl unsur olan Türkleri gölgelemektedir. Bu bölgede yetişen alimler, köken olarak başka milletere mensup olmalarına ve başka dillerde yazmalarına rağmen, Krahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular döneminde yetişmeleri sebebiyle “Maveraunnehir kültür havzası” ve “Horasan kültür havzası”na dahildirler. Bu havzalarda, pek çok Türk alimin yanısıra Fars ve Arap alimleri de yetişmiştir.
            Medeniyet kavramına gelince; din, demokrasi ve laiklik gibi tanımlanması zor bir kavramdır. Batı’da ve Doğu’da onun farklı tanımları yapılmıştır. Ancak medeniyeti oluşturan bazı unsurlarda aşağı yukarı ortak görüşler ileri sürülmüştür. Modern dönemde medeniyetle ilişkili kurucu unsurlar ve kavramlar arasında, din, şehir, sanat, bilim ve iktidar (siyasi hakimiyet) sayılmaktadır. Biz makalemizde Türkler alimlerin İslam medeniyeti’ne katkılarını analiz ederken, Maverdî’nin belirlediği aşağıdaki 6 kurucu unsuru medeniyet tasavvurumuzun örtülü değerler sitemi ve genel çerçevesi olarak kabul edeceğiz.
  1. Yaşanan, vicdanda otorite kuran bir din (Dînün müttebeun)
  2. Herkesi kucaklayan, her yere ulaşan adalet (Adlün şâmilün)
  3. Memleketin her bölgesinde genel güvenlik (Emnün ammün)
  4. Yaygın refah, toplumsal tabana yayılmış refah düzeyi (Hisbün dârrun)
  5. Geniş ufuk, vizyon (Emelün fesîhün)
  6. Yeryüzünün imarı, Şehrin  imarı ve şehrin duvarlarını kültürle örmek (İmâratu’l-Arz)
Bu makalede, Türk alimlerinin İslam medeniyetinin çeşitli alanlarına yaptıkları katkıları, daha önce konuyla ilgili yapmış olduğum çalışmalardan[2] hareketle, genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız. Bu çalışma, bu açıdan daha öncekilerden derleme yoluyla kaleme alınmış bir çalışmadır.

1.      MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİNİN İNSANA VE AKLA VERDİKLERİ ÖNEM
 
Medeniyetlerin inşasında insan, akıl, ilim ve özgürlük (devlet ve vatan) gibi değerler önemli bir yere sahiptir. Toplumların bir medeniyete katkıları bu konulardaki algısının doğru tespitiyle mümkündür. Türk toplumlarının İslam medeniyetine katkılarını anlayabilmek için onların bu üç konuya bakış açılarını kısaca ele almak yararlı olacaktır.
Türk kültüründe akla ve bilgiye atfedilen değer, İslamî dönemdeki edebî eserlerde işlenmeye devam etmiştir. Yusuf Has Hacib’in dünya ve ahirette insanı sadete kavuşturacak ve mutlu kılacak bilgileri bir araya getirmek için kaleme aldığı Kutadgu Bilig adlı eseri, Türklerde akıl tasavvurunu ve ilme verilen değeri ifade eden pek çok sözü içermektedir.  Yusuf  Has Hacib, aklı, atın ayaklarına bağlanan “bukağı”ya benzetmektedir. Nasıl ki bukağı atın yolunu şaşırmasını engelliyorsa ve kurallara göre hareket etmesini sağlıyorsa, akıl da insanın iyiliğe yönelmesini sağlıyor; doğruluktan şaşmasını ve istenmeyen hallerle karşılaşmasını engelliyor.
Yusuf Has Hacib, bu eserinde mutluluğun elde edilmesini dört kişi arasındaki ikişerli diyalogarla işler. Bu dört kişiden Kün-toğdı (Gündoğdu), hükümdardır, doğru yasayı temsil eder. Ay-toldı(Aydoldu), başbakandır/vezirdir, devleti ve mutluluğu temsil eder. Ögdülmiş (Öğdülmüş) başbakanın oğludur, aklı temsil eder. Odgurmış (Odgurmuş) ise, Öğdülmüş’ün kendisini ahirete adamış zahid bir akrabasıdır, akıbeti ve kanaati temsil eder. Odgurmuş, Uygurca’da düşünerek ve akıl yürüterek gerçeği bulmak demektir.[3] Türk evren tasavvurunda iç içe geçmiş insan, akıl, bilgi/ilim ve özgürlük (devlet ve vatan) gibi değerler, İslamî Türk edebiyatının şaheserlerinden olan Kutadgu Bilig’de, yoğun bir şekilde işlenmektedir. Bu değerlerin yansımalarını daha iyi anlayabilmek için  Kutadgu Bilig’den bazı parçaları aynen vermek istiyorum:  
“Allah insanı yarattı, seçti va yükseltti. Ona bilgi, akıl, anlayış verdi; gönül verdi, dil verdi, güzellikler bağışladı. Bilgi sayesinde insan bugününe yükseldi, anlayışla güçlükleri yendi. Allah kime akıl ve bilgi verirse o, sayısız iyiliğe el atar. Bilgiyi büyük, anlayışı ulu say. Bu iki özellik seçkin kulları daha da seçkin ve yüksek yapar.”[4]
 “Onun için akıl, bilginin ve kılgının (eylemin) temelidir. İdareciler akıllı olmak, akıl danışmak ve aklını iyi kullanmak zorundadır.”
 “Bilgi, karanlık gecelerin aydınlatıcısı olan kandile benzer. Bilgi, sana aydınlık veren bir ışıktır. Akıl yüceltir, bilgi büyütür. İnsan her ikisi sayesinde saygı görür. Bütün saygı ve itibar akıl içindir. İnsandan aklı artınca bir avuç çamur kalır. Deliye caza yoktur. Neden dersen o akılsızdır. İnsanın insanlığı akıl ile tayin edilir. Akıllı olan asalet kaznır. Bilgili olan mevki kazanır. Yağız yeryüzünde insanoğlu el attığı her şeye bilgisi ile ulaşabildi. Yöneticiler de ülkelerini bilgi ile kurarlar. En çok beğenilen işler akıllıca yapıldığı için takdir edilmiştir. Aklın azını küçümseme, yararı çoktur; bilginin azını küçümseme, o nadiren ele geçen bir güçtür.” [5]
“Akıllı insana aklı yeterli bir eştir. Akıl senin için iyi bir arkadaş, bilgi de çok merhemetli bir kardeşir. Bilene bilgisi yeterli bir geçimliktir. Bilgisizin düşmanı kendi bildikleri ve yaptıklarıdır. Onun başka bir düşmana ihtiyacı var mı? Bu ikisi yeter. Bilgisizin yaptıkları onun için kötü bir arkadaştır. Bilgisiz kişiye bilgisiz sıfatı yeterli bir hakarettir.  Bilgili bey, öfkeyi kndinden uzak tut. Hiddetlenmede kendie iyi ad kazanmaya bak. Öfke ile yapılan işten her zaman pişmanlık doğar. Hiddetlenen insan her zaman işinde yanılır. Öfke ve gazap insana zarar veriri, beden acı çeker. Öfke insanın aklını baştan alır. Hiddet bilgisini yitirir. Kişiye sükunet gerek, yumuşaklık gerek. Yöneticilere de parlak bir gelecek için sabır, yumuşak huy, nezaket, akıl ve bilgi gerekir.”[6]
 “Allah insanı yaratırken akıl ve gönül bağışlar. Bunlar doğan çocuk için tam bir sermayedir. Çocuk büyüdükçe diğer sermayeleri gibi aklı da gelişir. Bu gelişmeye uygun olarak her istediğini öğrenir, her öğrendiğini de bilir. Kısacası akıl ve gönül Allah vergisidir, amma bilgi insanın kendi emeğidir. Allah birine gönül vermezse o kişi dileğine ulaşamaz. Yeteri kadar bilgi sahibi olabilmek için, öğrenmeye küçük yaşta başlanmalıdır. Çocuk, bilgi, erdem ve iyi davranışları kazandıkça gidişini düzeltir, sonunda isteğine ulaşır. Bilgiyi de erdemi de insan öğrenerek kazanabilir, fakat akıl insan ile birlikte doğar. Buna benzer bir atasözümüz vardır: “İnsan çok şey öğrenir, bilgisi artar; fakat ne kadar öğrenirse öğrensin aklı elde edemez. Akıl Allah vergisidir.” Varlığının bazı belirtileri vardır. İnsan akıl sayesinde Allah’ın verdiği nimetlere ulaşabilir. Akıl, insan için her türlü erdemin başıdır.” [7]
“Akıl insan için bir ölçüdür. Rahmeti bol Rabbim, seçkin bir yaratık olan insanın hareketlerini ve dilini  akıl ile ölçülendirmiştir. Akıllı insanın davranışları doğru ve yaptıkları ölçülüdür.” [8]
“Akılsız ölü gibidir. Akıllı ise diridir. Nasıl geceleyin karanlık evleri meş’ale ile aydınlatıyorlarsa akıl da insanı öylece aydınlatır. Her türlü iyilik akıldan gelir ve insan bilgisi ile seçkinleşir. İnsanoğlu bu ikisi ile yükselmiştir. Başarısını akı ve bilgi ile kazanır. İnsanı hayvandan ayıran da budur. Bilgiden daha büyük ne var. İnsan yer yüzünde, çevresinde ancak bilgisi ile egemen olur.”[9]
“Akıllı, doğrudur; hareketinin temeli doğruluktur. Dili ve sözü yumuşaktır. Akıllı insan yavaş, telaşsız, dayanıklı ve sabırlıdır. İşe çok dikkatle bakar ve sükun ile ele alır. Bu haline bakarak, tavır ve hareketlerinde ihtiyar zannedilir, oysa çok gençtir. Kısacası aklın küçüklüğü sevimli, ihtiyarlığı yavaş, kendisi yumuşak, alçak gönüllü ve yararlıdır.”[10]
Yusuf Has Hacib’in eserinde, Türk kültüründe insan, akıl, ilim ve özgürlük (devlet ve vatan) gibi değerlerin devletin ve milletin bekası için olmazsa olmaz değerler olarak gösterilmesi son derece dikkat çekicidir:
“Memleketi alan onu kılıç ile alır, ancak kalem ile tutulur (korunur). Memlekette hükmetmek icap ederse kalem ile edilir.  Hangi şehir ve eyalet kalem ile idare edilirse, orada herkes kendi arzu ve nasibini bulur. İnsan, kılıç, kalem, bilgi ve akıl ile memleketi tanzim eder.”[11]
“Böyle yararlı işler ancak bilgiden kaynaklanır. Ülkede iyilkler, güzellikler, akıllı, bilgili ve iyi ahlak sahibi kimselerin uygulamaları ile ortaya çıkar.  Akıllılar işlerini belirli ölçülere göre ve bir düzen içinde yaparlar. Bunun için akıllıya mutluluk çok güzel yakışır. Akılsızların işi ise gelişigüzel ve karmaşıklık içindedir. Bilgisiz yönetici dururmuna gelirse halkın arasına fesat karışır, bu durum ise ülkede felaket olur.”[12]
“Dünyayı elde tutan beyler, akıllı olmak, halkı itaat altına almak isteyen bey de bilgili olmak zorundadır. Anlayış ve bilgi bir kimsede, bir arada bulunursa o kişi mükemmel insandır. Mükemmel insan ise dünyanın bütün nimetlerine sahip olur.” [13]

 2. MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİ VE DEVLET ADAMLARININ MEDENİYET  VE BİLİM KONUSUNDA GENİŞ UFUK SAHİBİ OLMALARI
 
Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular döneminde, Türk alimleri, İslam bilimlerinin ve İslam medeniyetinin inşasında büyük yararlılıklar gösterdi. Zira medreseler Karahanlılarla başladı, Selçuklularla gelişti. Medreselerde dinî ilimlerin yanında filoloji, mantık, metamatik, astronomi, tıp ve felsefe gibi ilimler de okutuldu. Aynı şekilde dinî, ilmî, felsefî ve kültürel içerikli yazılı eserler, bu tarihten itibaren verilmeye başlandı. Türklerin yoğun olarak yaşadığı Semerkant, Buhara, Fergana, Harezm, Nesef ve Cürcan gibi şehirler kısa süre sonra İslam bilim merkezleri arasında saygın bir yer edindi. Çünkü İslam’ın kabulü ile birlikte Türkler, kalemi de kılıç gibi önemli bir güç olarak kullanmaya başladı. Yusuf Has Hacib’in belirttiği gibi, memleketleri kılıç ile aldılar, ancak kalem ile korudular ve yönettiler. Çünkü onların devlet anlayışında, “memleket kılıç, kalem, bilgi ve akıl ile tanzim edilir.”[14] Bu anlayışın sonucu olarak  Selçuklu devleti,  âlim ve talebelerin ilim uğruna ihtiyaçlarının tamamını vakıflar yoluyla parasız karşılıyordu. Ayrıca eğitim ve öğretimleri için teşkilatlı medreseler yaptırılmasını ve  Selçuklu sultanı Alp Arslan tarafından 459/1067 yılında Bağdad’da ilk defa inşa ettirilen ve süratle bütün İslam ülkelerine yayılan  Nizamiye medreseleri böyle bir çabanın ürünüdür.[15] Gerçekten de Selçuklularla birlikte Anadolu dahil İslam dünyasının her tarafı camiler, medreseler, kütüphaneler, tıp okulları, hastaneler, rasathaneler, hanlar, hamamlar, imarethaneler, zaviyeler ve kervansaraylarla dolduruldu. Selçukluların ilme ve ilim adamlarına yönelik bu ilgisi ve cömertliği, Timurlular döneminde daha da artarak sürdü. Nitekim batılı araştırmacılar,  “Bilgin Hükümdarlar Devleti” dedikleri Timurlular devrini, Türk medeniyeti ve bilim tarihinin Rönesans dönemi olarak görür. Astronom, hafız ve şair Uluğ Bey, sanat, edebiyat ve ilim adamı Hüseyin Baykara ve Bâbür Şah, bilgin Timurlu sultanlarının önde gelenlerindendi.[16]
Türkler, İslam dünyasında sadece bilim ve eğitim öğretim kurumlarının gelişmesinde değil, hayır kurumlarının, hastahane, kütüphane ve rasadhanelerin doğup gelişmesinde de önemli katkılarda bulunduğu görülmektedir. Çünkü en eski kütüphane kurucuları ve kitapseverleri arasında Türklerin şerefli bir yeri vardır.  IX. asır gibi erken bir dönemde yaşayan Feth ibn Hâkan ibn Gartûc ve damadı Ahmed ibn Tulun ile X. asrın ilk yarısında yaşayan Ebû Bekir es-Sulî bu bilimdeki örnekler arasındadırlar. Oldukça zengin bir kütüphaneye sahip olan Ebû Bekir es-Sulî, kütüphanesini bilim adamlarına ve ihtiyaç sahiplerine açık tutardı ve onlara büyük kolaylıklar gösterirdi. Artık Türklerin “akıncı makûlesi kaba bir kahraman” değil, ilim ve fen alanında “muhalledât” adı verilen kıymetli eserler yazan, bilimin gelişmesindeki büyük payı bulunan bir millet olduğu son zamanlarda yapılan araştırmalarla anlaşılmaya başlanmıştır.
Müslüman Türkler, gazavat ruhunun güçlendirilmesine ve ilmin yayılmasına büyük önem verdiler. Gaza ve ilim öğrenmeyi ibadet olarak algıladılar. Öyle ki, bu ikisi, kılıç ve kalemle sembolize edildi. Bu amaçla seyf ve kalem, seyfiye ve ilmiye adını taşıyan risaleler yazıldı. Gaza ve ilim, ribatlarda ve sınırlarda oluşturulan ordugah şehirlerde birlikte öğretildi. Alimler, hem gazi, hem müderris, kadı ve fakih idiler. İlim, kadın erkek herkese farz, cehalet ise haram kabul edildi. Cahil kalmak, haram ve  büyük günah işlemek olarak görüldü. Gaziye Ayişeler ve Müftiye Fatımalar, bu zihniyetin sonucu olarak yetişti. Genel seferberlik durumunda savaşa katılmak ve cehaletini yenmek için ilim yolculuğuna çıkmakta, kadına büyük bir özgürlük tanıdılar.  Kadın, kocasından izin almaksızın bu ikisine katılmayı dini bir görev bildi. İlim öğrenme hakkı, kocalık hakkına tercih edildi. Ancak bu zihniyet her zaman korunamadı.[17]
Astronomi ve coğrafya kitapları, “şunu göstemektedir ki, Türkler (Anadolu’ya girerken) beraberlerinde oldukça yüksek düzeyde bir astronomi ve coğrafya bilgisi getirmişler ve ( Anadolu’da yerleşirken) oldukça yüksek düzeyde bir astronomi ve coğrafya bilgisi ile başlangıç yapmışlardır.”[18] Türkler, Anadolu’ya gelmeden önce ve geldikten sonra astronomi ve coğrafyaya karşı özel bir ilgi göstermişlerdir.
3.      İSLAM KELAMINA YÖN VEREN MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİ VE MATURİDİ KELAM EKOLÜ
 
İslam kültür ve medeniyeti açısından en önemli gelişmelerden birisi Türkistan kültür çevresinde, IV./X. asırda yeni bir kelamî geleneğin doğmasıdır. Akıl Taraftarlığının Ebû Hanife’den sonraki önemli temsilcilerinden birisi olan İmam Mâturîdî, Ebû Hanife’nin fikirlerini geliştirerek köklü bir kelam ekolünün oluşmasını sağladı. Türkistan’da kurulan bu kelamî gelenek, onun adına nispetle Maturidilik olarak adlandırıldı. İslam inancının esaslarının tespiti ve ona yöneltilen eleştirilerin çürütülmesi için akıl ve vahyi birlikte kullanan bu ekol, Türkistan coğrafyasında yetişmiş mütekellimlerce kurumsallaştırıldı. Maturidilik, Hanefilikle birlikte Türk toplumları arasında yayıldı ve günümüze kadar korunmaya çalışıldı. Türkistanlı alimler, meydana getirdikleri zengin edebiyatla Maturidiliği bu coğrafyada yaymakla kalmadı Balkanlar’a ve Kafkasya’ya kadar taşıdılar.
Asıl adı  Ebû Mansûr Muhammed b. Muhamed b. Mansûr olan bu Türk bilgininin doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Ancak 333/944 yılında Semerkant’ta öldüğü hemen hemen kesindir. Mâturidî, Semerkant'ta Ebû Hanîfe'nin, itikadî ve fıkhî görüşlerinin öğretildiği "Dârü'l-Cüzcâniyye" adlı medresede dönemin en ünlü bilginlerinden eğitim aldı.  Hocası Ebû Nasr el-İyâzî'den sonra da medresenin başına geçip dersler verdi. Hocası Ebu Nasr el-İyazî ile birlikte sınır karakollarında (ribat), cihada hazırlanan askerleri ve gâzîleri dinî konularda eğitmeye çalıştı. Muhtemelen iyi bir ok atıcısı olan hocasıyla birlikte bazı gazvelere katıldı. İlim aldığı hocaları arasında, Ebû Nasr Ahmed  el-İyâzî (IV. asrın başları), Ebû Bekir Ahmed  el-Cüzcânî (III. asrın ortaları), Nusayr b. Yahya el-Belhî (268/881) ve Muhammed b. Mukâtil er-Râzî(248/862) bulunmaktadır. Mâturîdî, kendi dönemindeki din ve mezheplerin kendi metinlerine ve felsefî eserlerine ulaşarak onları incelemiş ve eserlerinde onların bazı görüşlerini açıkça savunmuş bazılarını ise eleştirmiştir.
Akıl Taraftarlığının Ebû Hanife’den sonraki önemli temsilcilerinden birisi olan İmam Mâturîdî, Fıkhu’l-Ebsat ve el-Âlim ve’l-Müteallim gibi Ebû Hanife’ye nispet edilen eserlerin sonraki nesillere aktarılmasında ve bu metinlerde işlenen fikirlerin geliştirilerek köklü bir kelam ekolünün oluşmasında önemli bir rol oynamıştır.  İmam Mâturîdî ve onu izleyen Türk bilginler tarafından Türkistan kültür çevresinde yeni bir kelamî gelenek kurulmuştur. Aralarında Ebû Seleme, Pezdevî, Ebû'l-Muîn en-Nesefî, Ömer en-Nesefî, Ebû İshak es-Saffâr el-Buhârî, es-Sâbûnî ve Ebû'l-Berekât en-Nesefî gibi önemli alimlerin bulunduğu çok sayıda kelamcı onun görüşlerini takip ettiler ve yeni yorumlar getirdiler.  Mâturîdî kelamının yükselme dönemine ait kelamî edebiyatın büyük bir kısmı, Samaniler, Karahanlılar ve Selçuklular döneminin ilmî ve kültürel ortamında bu alimler tarafından yazılan eserlerden oluşur.
Türkistan’daki Maturidiliğe ait kelam edebiyatı 14. asra kadar belli bir seviyeye ulaşmış ve ondan sonra şerh ve haşiyelerle devam etmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarına kadar Maturidî geleneğini savunan ve bu geleneği Anadolu, Kafkasya ve Balkanlar’a taşıyan onlarca fakih ve mütekellimin özgün eserleri zengin bir Maturidî kelam edebiyatını ortaya çıkarmıştır. Bu geleneğe ait bazı basılı eserler şunlardır[19]:
1. el-Mâturîdî (333/944), Kitâbü't-Tevhîd,
2. el-Hakîm es-Semerkandî(342/953),  Kitâbü's-Sevâdi'l-A'zam.
3. Ebû Seleme es-Semerkandî ( IV. Asrın ikinci yarısı ), Cümelü Usûli'd-Dîn,
4. en-Nisaburî (343-432/954-1040), Kitâbu’l-İ’tikâd.
5. el-Pezdevî (493/1099), Kitâbu Usûli’t-Tevhîd.
6. en-Nesefî, (508/1114),  Tabsıratu'l-Edille fî Usûli'd-Dîn,  Kitâbu’t-Temhîd, Bahru’l-Kelâm.
7. en-Nesefi (537/1142),  el-Akâid
8. el-Lâmişî (XI.-XII asır), Kitâbu’t-Temhîd Li Kavâidi’t-Tevhîd.
9. es-Semerkandî el-Üsmendî (552/1157), Lubâbu'l-Kelâm.
10. el-Oşî (575/1179), al-Kasîdetü'l-Lâmiyye fî't-Tevhîd.
11. es-Sâbûnî (580/1184),  Kitâbu’l-Bidâye fi Usûli’d-Dîn, Kitâbu’l-Bidâye mine’l-Kifâye fi’l-Hidâye fi Usûli’d-Dîn.
12. es-Semerkandî (701/1301-02), Kitâbu'l-Akîdeti'r-Rukniyye..
13. Ebû’l-Berekât en-Nesefî (710/1310), el-Umde fî Usûli’d-Dîn,  el-İ’timâd fî’l-İ’tikâd. ( Şerhu’l-Umde).
14.  İbn Hümam(861/1457), Kitabü'l-Musâyere.
            15. Hızır Beğ (862/1458), Kasîdetü'n-Nûniyye.
16. Beyazîzâde  (1097/1686 ), İmam Azam Ebû Hanife’nin İtikadî Görüşleri (el-Usûl el-Munîfe li’l-İmâm Ebî Hanife).
Mâturîdî’nin görüşleri, Semerkant’tan başlayarak Buhara, Nesef, Tirmiz, Pezdev, Serahs, Oş, Merğınan, Özgen gibi Fergana  şehirleriyle, Merv, Belh, Nisabur, Cüzcan ve etrafında etkili olmuştur. Onun fikirleri, önce Semerkant Uleması veya sadece onun adına nisbetle zikredildi. Ancak ikiyüz yıl veya daha uzun bir süre sonra, Maturidilik’ten ve onun Ehl-i Sünnet’le ilişkisinden bahsedilmeye başlandı. Maturidilik olarak tanınıncaya kadar, İmam Mâturîdî ve onun görüşlerini benimseyenler, daha ziyade Hanefiler olarak tanındı. Bu sebeple Maturidiliğin Türkler arasında yayılışı, Hanefiliğin yayılışıyla birlikte oldu. Ebû Hanife’nin Türkler arasında tartışmasız bir lider olarak tanınması, İmam Mâturîdî’nin öne çıkarılmasını belli bir süre engelledi. Daha sonra Ebû Hanife’nin fikirlerine sadakati ve ondan hareketle yeni bir sistem geliştirdiği anlaşılınca Mâturîdî, “mezhep imamı”, “hidayet önderi” olarak tanımlanmaya başlandı.
Mâturîdî'nin bir Türk alimi olması ve eserlerini yazarken bölgenin siyasî ve sosyal yapısını göz önünde bulundurması da Türkler arasında bu mezhebin yayılmasında etkili oldu. Bu noktada etkili olan bir diğer husus da, Mâturîdî’nin İslam’ın siyasî amaçlar için bir araç olarak kullanılmasına karşı çıkması ve dinin anlaşılmasında akla ve yoruma büyük önem vermesiydi. Öyle ki bu durum Türkistan’da çok sayıda filozof, sufî ve fakihin yetişebileceği geniş bir fikir özgürlüğünü beraberinde getiriyordu. Türkler, Maturidilikle o kadar aynileşti ki, bu mezhep Hanefîlikle birlikte neredeyse millî bir kimlik haline geldi. Yusuf Ziya Yörükân, Türkler ve Maturidilik arasındaki bu ilişkiyi çok güzel ve veciz bir şekilde şöyle açıklamıştır: “Maturidilik, İslam harsının Türk muakelesinden süzülmüş ve İslam esaslarının Türkler tarafından işlenmiş din fikriyatına müstenid resmî mezheptir.”[20] 

 4. İSLAM FIKHINA YÖN VEREN MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİ VE HANEFİLİK
 
IV./X. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı kabul eden Türk toplulukları, İslam’ın inanç ve ibadetleriyle ilgili yorumları Maveraünnehir’deki Akıl Taraftarları olarak bilinen Hanefî çevrelerden öğrendikleri için Hanefî mezhebini benimsediler. Dinî bilgi üretmede akılcı bir yöntemi benimsemeleri, büyük bir değişim ve dönüşüm yaşayan bölge halkının İslam’la ilgili sorunlarını çözmede önemli bir rol oynadı. Bu yüzden burada kurulan Türk devletlerindeki idareciler, halkın çoğunluğunun eğilimini dikkate alarak, diğer siyasî ve fıkhî hareketlere karşı siyasetlerini Hanefî fakih ve alimlerine dayandırdılar. Başlangıçta Ebû Hanife’nin görüşleri üzerinden İslam’a bağlılık olarak algılanan, fakat sonradan Sünnilik olarak isimlendirilen bu din anlayışı, özellikle Karahanlılar’dan itibaren Türk topluluklarının çoğunluğunun dinî hayat tarzı haline geldi. Türkler Hanefiliğe o kadar sıkı sıkıya bağlandı ki bazı tarihçiler onların İslam’a girişinden “Hanefî dinine  girme”[21] olarak bahsettiler.
Hanefilik, Samanilerin iktidarı ele geçirişiyle birlikte Maveraünnehir Türkleri arasında önemli gelişmeler kaydetti. Samaniler, Hanefî ulemayı destekleyerek onları önemli görevlere getirdi. Bununla hedeflenen Hanefiliği Ehl-i Sünnet’in savunucuları konumuna getirerek bölgede güç kazanmaya başlayan Şiî-İsmailî ve Mutezilî propagandanın önüne geçmek idi. Semerkant ve Buhara, Samaniler döneminde Hanefiliğin önde gelen eğitim merkezleri arasında yerini aldı. Bu iki şehirde Hanefîliğin öğretildiği merkezler açıldı. Özellikle Semerkant, Belh’ten sonra Hanefî geleneğin genç nesillere öğretilmesinde önemli bir rol oynadı. Burada fıkıh, kelam, hadis, tefsir ilimleri okutulduğu, muhtelmelen Cüzcânî lakabı taşıyan iki  Hanefî bilgin tarafından kurulan Dâru’l-Cüzcâniyye adıyla bilinen ve kurulduğundan üç-dört yüz yıl sonrasında bile adından önemle bahsedilen bir ilimler akademisi bulunmaktaydı. Ebû Nasr el-İyâzî, İmam Mâturîdî ve Rustüğfenî gibi pek çok alim, burada eğitim görmüş ve hocalık yapmıştır.[22] Daha sonraki dönemlerde ise, Harezm ve Cürcan’da pek çok kişinin eğitim gördüğü Hanefî medreseleri açıldı. Öyle ki bu medreseler Irak ve Batı İran’daki medreselerden farklı bir gelenek geliştirdi. Bazı batılı araştırmacılar bu geleneğe “Doğu Hanefî Geleneği” adını vermektedir.[23] Aslında Müslümanların fıkıh geleneğinde, Türklerin fıkıh geleneğine Türk-Hanefî geleneği demek yanlış olmayacaktır. Neticede Abbasiler döneminden başlayarak Horasan ve Maveraunnehir’de önemli Hanefî kültür havzaları oluştu. Hatta III./IX. asırdan itibaren Irak,  Hanefî mezhebinin merkezi olmaktan çıktı, bu iki bölge onun yerine almaya başladı. Hanefi edebiyatında, bu bölgedeki gelişmelere ve Hanefi fakihlerin fıkhî görüşlerindeki farklılaşmalara Belh Meşayıhı, Buhara Meşayıhı,  Semerkant Meşayıhı ve Fergana Meşayıhı  olarak dikkat çekildi. Hanefiler arasında sufî eğilimleriyle öne çıkan Belh meşayıhı arasında IV./X. asırda Ebû Bekr el-İskâf (333/944), Ebû Kasım Ahmed b. İsme es-Saffâr (326/938),  Ebû Cafer el-Hinduvanî (326/938) ve öğrencisi Ebû’l-Leys es-Semerkandî (373/983) bulunmaktadır.[24] Aslen Semerkantlı olan ve fıkıh, tefsir, ahlak ve itikatla ilgili bir çok eser yazan Ebû’l-Leys, bir Türk fakihidir. Onun en önemli eserlerinden birisi, Belh meşayıhının görüşlerini topladığı  Kitâbu’n-Nevâzil adlı eseridir.  Aynı şekilde Semerkant’ta Ebû Mansûr el-Mâturidî, Ebû Nasr el-İyâzî, Hakim es-Semerkandî gibi Türk alimler Hanefiliği destekledi ve yazdıkları eserleriyle onun gelişmesine önemli katkılar sağladı. Onların görüşleri, fıkıh kaynaklarında “Semerkant uleması” veya “Semerkad Meşayıhı” olarak kaydedildi.
III./IX. ve IV./X. yüzyıllarda Şafiîliğin Batı’dan başlayarak İran üzerinde hızlı bir şekilde yayılmaya başlaması ve Nizamiye Medreselerinin açılması, Hanefiliğin gücünü kısmen azaltmışsa da, Balasagun, Kaşgar ve Hotan gibi Orta Asya’nın uzak bölgelerindeki Türklerin Müslüman olmalasıyla Hanefilik yeniden büyük bir  güç kazandı. Sünnî olmayan bir Sufilik ile Şiiliğin ilk din değiştiren Türkler arasında etkili olmaya çalıştığı bilinen bir gerçektir. Ancak buna karşılık, kaynaklar, Orta Asya’da İslam’a giren Türklerin ezici çoğunluğunun katı Hanefi olduklarını haber vermektedir.[25]
Karahanlılar döneminde ilim merkezi olarak kabul edilebilecek 50’yi aşkın şehir vardı. Bunların en önemlileri Buhara, Semerkant, Nesef, Kaş, Uşrusana, Fergana’dır. Karahanlılar döneminde bu merkezlerde 125 kadar fakih yetişmiştir. Bunların 32’si Buhara, 12’si Semerkant, 10’u Merğinân, 10’u Nesef, 4’ü Oş’ludur. Bu bakımdan Müslüman olan ve İslam’a çok çabuk intibak eden Karahanlılar dönemi, fıkıh tarihi açısından gerçekten önemlidir.  Bu dönemdeki fakihlerin tamamına yakınının ismi Arapça’dır. Ancak Muhammed et-Türkî el-Balâsâğûnî ve Mahmûd es-Sâğûcî gibi Türkçe isimlere ve sıfatlara da rastlanır. Kavakçı, Karahanlılar dönemi fıkıh çalışmalarının Türklerin sonraki tarihine olan etkileri konusunda şu tespitleri yapar:
“Müslüman Türklerin ilim ve irfanıyla  İslam’a ve hususiyle İslam Hukukuna intibakları ve 300’e varan İslam hukukçusu yetiştirmeleri, hatta onların fıkha dair eserlerinin 350’den fazla oluşu son derece dikkat çekicidir. Bu hal onların ileride kuracakları Türk-İslam İmparatorluklarına ne derece layık olduklarını göstermekte idi.  Fetva kitaplarının 20 kadar olduğu 350’den fazla fıkıh eserlerinin % 98’i Hanefî Fıkhı’na dâirdir. Filhakika, Mâvarâ’ al-Nahr, Hanefî mezhebinin kalesi olmuştur. Öyle ki, bu mezhebi, hususiyle Hanefî Fıkhı’nı Mâvarâ’ al-Nahr mezhebi ve Fıkhı saymak mümkün olsa gerektir. ….  Mâvarâ’ an-Nahr fakîhleri arasında şâfi’î olan fukâha çok azdır ve onlar da, hemen hemen hepsi, Şâş’a (Taşkent) mensuptur. … İslam Hukukunun kendilerine halen dahi çok şey borçlu bulunduğu ve – öyle gözüküyor ki- borçlu kalmakta devam edeceği al-Debûsî Ebû Zeyd (öl. 430/1063), al-Halvâ’î ( öl. 456/1063), Abû Bakr Muhammad al-Sarahsî (400-483/1009-1090), al-Bazdavî ‘Alî ( öl. 482/1089), al-Sadr al-Şahid ‘Umar ( öl. 536/1141), al-Nasafî ‘Umar (öl. 537/1142), al-Samarkandî (öl. 538/1143), İbn Mâza Mahmûd (öl. 570/1174), al-‘Attâbî Ahmad (öl. 586/1190), al-Kâsânî Mas’ûd (öl. 587/1191), Kâzîhân (öl. 592/1191) ve al-Marğinânî ‘Ali (öl. 593/1196) gibi fakihlerin Karahanlılar devrinin ilim adamları olmaları ve Mâvarâ’ al-Nahr’den bulunmaları yukarıdaki hükmümüzü teyid eder ve biz Türklere iftihar vesilesi olur.”[26] 
Hanefî mezhebinin gelişmesinde Maveraünnehir ulemasının emekleri büyüktür. Genelde Fıkıh ilminin, özelde Hanefî mezhebinin gelişim sürecinde XI. ve XII. asırdaki Maveraünnehir’deki  Fıkıh faaliyetini, önemli bir dönem olarak görmek gerekir. Bu bölgenin fakihleri,  İslam Hukuku’na büyük katkıları olmuşsa da, Hanefi hukukunun kurucuları olmak gibi bir rol de üstlendiler. 
X. ve XI. yüzyılda Karahanlılar döneminde Hanefî fıkhının en üretken ve en büyük temsilcilerinden birisi, hukukçu olduğu kadar usulcü kimliğiyle de bilinen Türk bilgini Şemsüleimme es-Serahsî (483/1090)’dir. O, fıkhî birikimini, ölümsüz eserler yazmak ve talebeler yetiştirmek suretiyle insanlığın hizmetine sundu. Onun Mebsût adlı otuz ciltlik hacimli eseri, ilk dönem Hanefî fıkıh kültürünü sonraki nesillere aktarma ve anlaşılmasını sağlama konusunda tam bir şaheserdir.  Bu eserde, mezhebin fıkhî görüşleri delilleri ile birlikte açıklanmış ve sistemli bir şekilde tahlile tabi tutuldu. Bu yüzden de Hanefi mezhebi içerisinde mezhebin görüşlerini felsefî bir şekilde inceleyen ilk kişi olarak görüldü. Ayrıca onun Fıkıh usûlü ile ilgili eseri de, Hanefî metodolojisine ait kaleme alınan eserler arasında en iyilerinden birisidir.[27]
Türk coğrafyasında Hanefî fıkhı o kadar yaygınlaşmıştır ki, Türkler yurt edindikleri her şehirde fıkıh sahasında ya eser yazmış, ya müfti veya kadılık yapmış ya da medreselerde fıkıh öğrenip öğretmiş  onlarca fakih yetişti. XI.-XIII. asırlarda Şam ve Halep civarında açılan medreselerin çoğunluğu Türk asıllı idareciler veya onların aileleri tarafından inşa edildi.[28] Hanefî Tabakat kitapları, bibliyografik eserler ve günümüz araştırmaları, çoğunluğu Türkistanlı olan yüzlerce Hanefî alimin ismine yer verir.[29] Osmanlı döneminde de Hanefi fıkhı önemli gelişmeler kaydetmiştir. Fıkıh sahasında Müslüman Türklerin bilimsel faaliyetleri Hanefî fıkhı etrafında yoğunlaştı. Hatta XX. yüzyılın başlarında gerçekleştirilen İslam hukukundaki kanunlaştırma faaliyetleri de Osmanlı dönemi Türk bilginlerince gerçekleştirildi.

5.      İSLAM FELSEFESİNE VE MANTIĞA YÖN VEREN MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİ
 
Bir milletin medeniyet kurması veya bir medeniyetin kurulmasında yer alabilmesi, her şeyden önce köklü bir felsefi ve mantık geleneği oluşturmasına ve önemli filozoflar yetiştirmesine bağlıdır. Onlar, yetiştirdiği bilgin, filozof ve düşünce adamlarıyla İslam medeniyetinin, bilim ve düşüncesinin oluşumunda çok önemli bir yere sahip olmuşlardır. Diğer milletlerle karşılaştırıldığında Türk milleti filozof yetiştiren sayılı milletlerden birisidir. Bu çerçevede Felsefe, Mantık ve İslam Felsefesi alanında da önemli çalışmalar yapmışlardır. Abdulkuddus Bingöl, Türklerin felsefe ve mantık bilimine katkısı konusunda şu tespitlerde bulunur: “İslam kültür çevresinde sistemli bir mantık külliyatının oluşması, Türk asıllı filozoflarca başarılmıştır. İslam kültür dünyasında mantığın Yunan düşüncesinin çıraklığından çıkması ve mantığın İslam kültüründeki şahsiyetini kazanmasında Farabî ve İbn Sinâ gibi iki Türk filozofunun çabaları vardır. İslam mantık tarihinde çeviriler devrini kapatıp, bunun yerine etkin, tam, kendi felsefe sistemi ile uyumlu, tertipli ve zengin içerikli eserler ortaya koymuştur.  Uzlukoğlu Farabî (870-950), İslam mantığına hüviyet kazandıran ve mantık terimlerini Grekçe’nin anlam dünyasından alarak Arapça’nın düşünce kalıplarına dökmüş olan ilk filozoftur.  X. yüzyılda Farabî ile oldukça iyi bir seviyeye ulaşan Türk İslam dünyasında mantık, üstün bir şöhrete sahip olan bir başka Türk filozof İbn Sînâ (980-1037) ile de gelişmesini sürdürmüştür.  Bu iki bilgin, mantık sanatının Türk-İslam kültür dünyasında gerektiği şekilde yerleşip, hakkıyla anlaşılmasına büyük hizmetler etmişlerdir. Onların yaptıkları çalışmalardan oluşan mantık geleneği, Türk-İslam kültür dünyasında daha sonra gelen mantıkçıların araştırmalarının da özünü oluşturmuştur. Hemen bütün araştırmalar, onların eserleri üzerinde yoğunlaşmış, esasa ait önemli hiçbir değişiklik göstermeden, onların fikirleri asırlarca hakim olmuştur. Nizamiye Medresesi eğitim programlarında da yer alan mantık öğretiminin özünü, yine bu anlayış oluşturmuştur.”[30]
Osmanlı medreselerinde okutulan mantık kitaplarının tertibi de Farabî ve İbn Sina’nın eserlerinden hareketle oluşturulmuştur. Öyle ki XIX. yüzyılın sonuna kadar Türklerde Mantık Bilimi’nin genel karakterini, Aristoteles anlayışına dayalı Farabi ve İbn Sina  geleneği belirlemiştir. İnsanlık tarihinde “İlk Öğretmen” Aristo’dan sonra, Doğu’da ve Batı’da “İkinci Öğretmen” olarak anılmıştır. Farabî, kendi döneminde dağınık bir şekilde bulunan kadim hikmetin (Aristo mantığı ve metafiziğinin) hem toplayıcısı ve yorumcusu hem de kendine özgü felsefî bir sistemin kurucusudur. Gerçek İslam Meşşai felsefesi, ancak onun sayesinde kurulmuş ve en yüksek zirvesine ulaşabilmiştir. Bu sebeple kendisine Meşşai okulunun ikinci kurucusu olarak bakılır. İslam dünyasında mantık bilimi de, gelişmesini bütünüyle Farabi’ye borçludur.  Çünkü Yunan mantığını İslam dünyasına o tanıtmıştır. Ancak o, bu mantığın aynen aktarıcısı değil, aynı zamanda Aristo’ya eleştiriler yönelten birisidir. İslam Mantık tarihi ve Türk mantık tarihinde de en önemli katkıda bulunan kişidir. Çünkü o, mantığı dokuz bölüm halinde inceleyerek sistemli bir mantık külliyatını ortaya koyan ilk Müslüman mantıkçıdır. Mantığı Kavram Mantığı (Tasavvurât) ve Hüküm Mantığı (Tasdîkât) olarak ikiye ayırmıştır. Kendinden sonraki Türk hukukçular bu ayrımı sürdürdü. Farabî, felsefenin hemen her dalında, özellikle mantık, metafizik, rasyonel psikoloji, ahlak ve siyaset alanlarında 200’e yakın  eser bıraktı. İnsanlığın ortak birikimi olan felsefeyi, Grek kültür ortamında kaybolmaktan kurtararak, ona İslam düşüncesinde yeni bir yurt buldu ve ona yeniden canlılık kazandırdı. 
İbn Sînâ da, Farabî’yi yakından izleyerek felsefe ve İslam felsefesinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştur. Ebû’l-Hüseyin b. Abdillah b. Sînâ (980-1037), Türkistan’ın Maveraünnehir bölgesinde bulunan Buhara’ya bağlı Afşana (Efşene) nahiyesinde doğmuştur. Ana dili olan Türkçe’yi iyi bildiği, eserlerinde Türkçe kelimeler kullandığı  ve hatta Türkçe şiirler yazdığı bilinmektedir. Onunla ilgili menkıbeler “Anadolu Türkmen boyları arasında bir esatir kahramanı halinde kuşaktan kuşağa anlatıla gelmiştir.”[31] Felsefe’nin hemen hemen bütün alanlarıyla ilgili 200 küsur eser yazan bu  filozof Doğu’da ve Batı’da Felsefî düşüncenin gelişmesi üzerinde derin izler bıraktı. Bu iki ünlü Türk filozofun görüşleri ilk etkisini Yahudî felsefesi üzerinde gösterdi. Bu sebeple Ortaçağ Yahudî düşüncesi, geniş ölçüde Farabî felsefesi’nin bir devamı niteliğini taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu iki filozof, Yunan ve İslam kültürünün Batı’ya geçişinde de önemli bir rol oynadı. Onların Batı’daki etkisi Decartes, Leibniz, Spinoza, Kant ve Bergson’a kadar uzanmaktadır. Ortaçağ Latin Hırıristiyan dünyasının eski Yunan felsefesiyle ilk ciddî teması, Farabî, İbn Sînâ ve diğer Müslüman filozoflarının Aristoteles’in eserlerine yaptığı şerhler yoluyla olmuştur.
İbn Sînâ’nın tıp, felsefe ve mantıkla ilgili eserlerinin pek çoğu XII. yüzyıldan başlayarak Latince’ye, bazıları ise Süryanice ve İbranice’ye  çevrilmiş, XVII. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’nın eğitim-öğretim ve araştırma merkezlerinde  ders kitabı olarak okutulan kaynakların başında yer almıştır. İngiliz asıllı Bacon (1214-1294), İbn Sinâ’yı “Felsefe’nin sultanı ve lideri”[32] diye övmüştür.

6.      TIP BİLİMİNE  YÖN VEREN MÜSLÜMAN TÜRK TABİBLERİ
 
Türklerin tıp çalışmaları çok eski tarihlere dayanmaktadır. Bu sebeple onlar İslam oldukları zamanda  tıpta oldukça ileri bir millettir.[33] Bu konudaki gelişmişlik düzeyi, onları İslam tıp tarihinde  önemli bir konum elde etmelerini sağladı. Filozof ve tabib olarak tanınan İbn Sînâ ( 428/1037) Orta Çağ’da tıbba pek çok yenilikler getiren el-Kanûn fî’t-Tıbb adlı eserini yazmıştır.  Bir tıp ansiklopedisi olarak da bilinen beş ciltlik bu eser, 600 yıl boyunca bütün dünya tıp fakültelerinde en önemli kaynak olarak  okutuldu. Bu yüzden, bu eser sadece İslam dünyasında değil Batı dünyasında da büyük itibar gördü ve “Tıbbın İncili” ünvanını aldı. İbn Sînâ’nın sırf bu eseri Arapça dahil,   Latince ve İbranice olarak 87 defa basıldı. Alman araştırmacılardan Sigrid Hinke şu önemli tespitlerde bulunmaktadır: “ 1500 yılına kadar Galineus’un 2 ciltlik tıbb kitabının bir defa basılmasına karşılık, el-Kânûn fî’t-Tıbb 16 defa basıldı. Müteakip asırlarda bu rakam 20’yi bulur. XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar da yeni baskılar birbirini kovalamıştır. Bu sebeple dünya tarihinde en fazla okunan tıbbî eser İbn Sînâ’nın kitabıdır. Şerhleri ise sayısızdır.”[34]
Türklerin tıbba olan ilgisi İbn Sînâ ve eserleriyle sınırlı değildi. İslam tıp tarihinde beşinci hastane, Türk devlet adamı Feth ibn Hakan ( 861) tarafından Fustat’ta kuruldu. Feth b. Hakan’ın damadı Tolunoğlu Ahmed ise, 872 veya 874’de altıncı hastaneyi açtı. Bu hastanede kadın ve erkekler için ayrı ayrı hizmet birimleri bulunmaktaydı. Örneğin hamamlar, ücretsiz tedavi, ilaç, yatak, yemek, acil servis ilk yardım ve elbise teslim yeri ve ayrıca bir de deliler koğuşu vardı. Türklerin tıbb bilimine katkıları çağdaş araştırmacı Oktay Aslanapa tarafından şöyle tespit edilmiştir: “Bilimsel tıbba dayalı deneyci ve uzmanlaşmış klinikleri bulunan hastane geleneği, Türklerin açtığı örnek hastaneler, vakıf hastaneleri ve İbn Sina ve diğer Türk tabiblerinin yazdığı eserlerle oluşmuştur. İlk kurulan vakıf hastanelerinden ilk dördü veya en az üçü Türkler tarafından kuruldu. Hastane binalarının yapılması ve gelişmesi, ilk üniversiteyi de kuran Selçuklu Devleti döneminde oldu. Bu medreselerde tıp eğitimi de yapılmaktaydı. Bu devlet medreselerinin  ilki 11. yüzyıl başlarında Gazne’de kurulmuştu. Selçuklular döneminde açılan medreseler, tıp öğrenimi ve tatbikatı için şifahaneler gibi müesseseleri de içine alıyordu. Mardin’de Artukoğlu I. Gâzî’nin kardeşi Emineddin adına XII. yüzyıl başında yaptırdığı  külliyesinin de bir maristan bulunmaktaydı. Anadolu Selçuklu eseri olan Kayseri’de Çifte Medrese, Gıyaseddin Keyhüsrev I’in tıp medresesi ile kız kardeşi Gevher Nesibe’nin Şifahanesi Türk tıp tarihinde önemli kurumlardır. Sultan İzzeddin Keykâvus I, Sivas’ta en büyük Selçuklu Şifahanesini yaptırmıştır. Aynı yüzyılda Mengüceklülerin Divriği Şifahanesi ile Tokat’da Selçuklulardan kalma Gök Medrese’yi bunların devamı olarak görmek mümkündür.”[35]
7.      MATEMATİK, CEBİR VE ASTRONOMİ BİLİMLERİNE YÖN VEREN MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLER
 
İslam bilim tarihinde astronomi ve matematik sahasındaki buluşlarıyla adından söz ettiren bilginlerden başında Ebû Abdillah Muhammed b. Musa el-Harezmî (850)’dir. Memun döneminde yetişmiş zamanının en büyük bilim adamlarından birisidir. Matematik, astronomi ve coğrafya üzerinde bugün dahi değerini yitirmeyen son derece önemli çalışmalar yapmıştır. Beytü’l-Hikme adıyla kurulmuş araştırma merkezi tarafından organize edilen bir çok ölçüm ve astronomik gözlemlere bizzat katılmıştır. Doğu ve Batı onu el-Cebr ve el-Mukâbele adlı eseri ile tanımaktadır. Bu eserde 800’den fazla cebir sorunu ele alınıp çözümlenmektedir. Sinüs ve tanjantı da içeren Astronomik ve trigonometrik tabloları vardır. XII. yüzyılın başlarında Latince’ye çevrilmiştir. Harezmî’nin İslam medeniyetine en fazla katkıda bulunduğu alanlardan birisi de Coğrafya bilimidir. Halife Memun’un teşvik ve desteğiyle yazdığı Sûretu’l-Arz adlı eseri bu alanda yazılan ilk çalışmalardandır. Bu eserde bizzat kendisinin de katıldığı ve beraberinde 69 bilginin ortaklaşa çalışması sonucu çizilen bir dünya haritası bulunmaktadır. Bu harita İslam dünyasında yapılan yeryüzü ve gökyüzü haritalarının ilkidir.[36] Bu çalışmaları sebebiyle Hârezmî “dünyanın en büyük oniki düşünürü” arasında sayıldı.[37] 
Cebir kavramı ve adının verildiği Cebir bilim dalı, henüz bu konuda Arapça’ya çeviriler yapılmadan önce, IX. yüzyılın ilk yarısında yaşamış iki Türk İslam bilgini tarafından canlandırılıp temsil edildi. Zira Bunlardan birisi Abdülhamîd ibn Vâsi ibn Türk, diğeri az önce adı geçen Muhammed ibn Musa Harezmî’dir. Abdülhamid ibn Türk, İslam dünyasının en eski matematikçilerinden birisidir. Torunu da matematikçi idi. O da dedesi gibi İbn Türk lakabı ile anılırdı. Cebir, Avrupa’ya Harezmî’nin eserlerinin Arapça’dan Latince’ye yapılan çevirileri yoluyla geçti.  Hatta bu yeni hesaplama sistemi el-Hârezmî adına nispetle algorizm adı verildi.
Bilim dünyasında astronomi ve matematiğin yanı sıra pek çok bilim alanına katkıları dolayısıyla tanınmış, Türk dünyasının yetiştirdiği ve kendisiyle iftihar duyduğu büyük bir Türk bilgini de Bîrûnî (973-1048)’dir. Bîrûnî, Batı Harezm’in başkenti Ket’te 973 yılında dünyaya gelmiştir. Harezm’in yerli Türklerindendir. Gazneli devletinden büyük himaye görmüştür. Hindistan’a yapılan fetihlerden yaralanarak Hindlilerin adet, dil, ahlak ve felsefe meseleleriyle dinlerine dair uzun araştırmalar yapmış ve bu araştırmalarını bir eserde toplamıştır. O, dönemindeki hemen hemen bütün ilim dallarıyla ilgilenmiş ansiklopedist bir bilgindir. 17 yaşında ilk eserini verdi. 80 yıllık hayatında da 100’den fazla eser kaleme aldı. Eserlerinin 95’i astronomi, metematik ve coğrafya ile ilgilidir. O, zaman zaman bir matematikçi, bir astronom, bir fizikçi, bir coğrafyacı, bir hekim, bir jeolog, bir biyolog, bir tarihçi, bir kimyacı, bir eczacı, bir sosyolog, bir hâkim, bir mühendis, bir kültür tarihçisi, bir etnograf ve hatta bir mucid ve bir filozof hüviyetiyle görülür.[38] Bîrûnî, yaşadığı yüzyıla adını verecek kadar meşhur olmuş ve yalnız Türk İslam dünyasında değil, o zamanki ilim dünyasının en büyük bilginler arasındaki yerini almıştır. Eserlerinde Türk bölgelerine ve Türk etnografyasına  büyük yer vermiştir. Bilim tarihçisi George Sarton, Bîrûnî’yi “felsefe, matematik ve coğrafyada bütün çağların en büyük alimi olarak değerlendirir.”[39] 
Bîrûnî, tabii bilimlere katkısı ve felsefi bakış açısıyla bilinir. Ancak o, yeni fikirler ileri sürmesi dolayısıyla çağdaşlarınca dikkate alınmamıştır. Onun bilimlere ve felsefeye katkısı yüzyıllar sonra anlaşılmış ve bilimin gelişmesinde önemli katkıları olan Kopernik ve Kepler gibi bilginlerle birlikte anılır olmuştur. O, Batlamyus’un yer merkezli alem tasavvuruna karşı çıkarak dünyanın hareketliliği ile ilgili görüşler ileri sürmüştür. Böylece Kopernik’in güneş merkezli alem anlayışını ortaya atmasına zemin hazırlamıştır. Uzay cisimlerinin yörüngedeki hareketinin daire şeklinde değil, elips  şeklinde olduğunu Kepler’den çok önceleri keşf eden de Bîrûnî omuştur.  O,  Hind din ve felsefesi hakkında birinci elden bilgi sahibi olan ilk Müslüman düşünürdür. Aynı zamanda İslam bilginleri arasında farklı kültürler ve felsefi anlayışlar ile İslam kültürü ve düşüncesi arasında karşılaştırma yöntemini ilk kullanan kişilerdendir. Bu açıdan onun özelde İslam düşüncesine genelde dünya bilim anlayışına en önemli katkısı, bilimsel yöntem ve bilimsel araştırma ahlakı konusunda olmuştur. Bundan dolayı onu çağdaş araştırmacılar Karşılaştırmalı Dinler Tarihi’nin kurucusu kabul eder. Bilimsel anlayışa yaptığı katkısından dolayı, ünlü bilim tarihçisi G. Sarton, XI. yüzyılın birinci yarısını “Bîrûnî Asrı” olarak adlandırmıştır.[40] Bu sebeple Birunî, sadace İslam aleminin değil, bütün dünyanın orta çağda yetişmiş en büyük bilgini kabul edilmiştir. İslam bilim tarihçisi Fuat Sezgin, Bîrûnî’nin matematik ve harita bilimine katkılarını şu şekilde özetlemektedir:  “Bîrûnî, küresel trigonometriyi bağımsız bir bilim dalı olarak kurmakla kalmadı, onu dünya haritasını  düzeltmek yolunda uygulayan ilk bilgin oldu. Bu uygulamayı Gazne ve Bağdat arasındaki iki yıl süren çetin bir çalışma ile başardı. O aradaki 60 kadar istasyonun enlem derecelerini astronomik olarak ve aradaki mesafeleri arşın arşın ölçüyor, böylece elde edilen üç değerle (boyutla) bir küresel üçgen kuruyor, anılan dördüncü değeri, yani iki yer arasındaki boylam farkını da derece olarak elde ediyordu. Bu öldürücü çalışmanın evrelerini Bîrûnî bize çok canlı bir şekilde anlatıyor. Gazne ile Bağdat arasındaki gidiş ve dönüş uzaklıkların ve çapraz bağlantıları düşünürsek, Bîrûnî’nin beş bin kilometreden fazla bir arşınlama yapmış olması gerekir. Onun hesapladığı 60 kadar yerin boylam derecelerindeki yanlış, 6 ile 40 dakika arasında değişiyor. Onun çok önemsiz olan yanlışlarını modern coğrafya, ancak 19. ve 20 yüzyılda düzeltebildi.”[41]

8.      ARAP DİLİNE YÖN VEREN MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİ
 
Müslüman Türkler, Kur’an’ın dili olması, bir bilim dili olarak kullanılması ve İslam’ın temel kaynaklarının anlaşılmasında önemli bir araç olarak görülmesi sebebiyle, Arapça’ya büyük bir ilgi gösterdiler. Hatta  Türk asıllı bir çok Arap dili, şiiri, edebiyatı ve belağatında uzman  alim çıktı ve Arap dili ve edebiyatının gelişmesine, bir medeniyet ve kültür dili haline gelmesine  önemli katkıda bulundu. Arap dili ve edebiyatı tarihinde önemli bir ekol olarak bilinen Basralılar Ekolü’nün kurucuları arasındaki Halef b. Hayyan el-Ahmer el-Ferganî (769), Ferganalı bir Türk aileden gelmektedir. Onun Arap şiirindeki derinliği ve bilgisi,  kendisine büyük Arap edebiyatçısı Asmaî’nin muallimi (öğretmeni) unvanının  verilmesini sağladı. O, Arap edebiyatına karşılaştırma yöntemini ve edebî tenkid uslubunu kazandıran kimselerin de başında gelir. Bu yolla da Cahiliyye dönemine ait Arap şiirinin tedvin ve tasnifinde önemli bir rol oynadı. Cürcan’ın  Türk asıllı ilk Müslüman hükümdarı Sul-Tekin’in soyundan gelen Sul-Tekin ailesinin, Arap dili ve edebiyatına yaptığı katkıları da anmak gerekir.[42] Ayrıca Arap şiiri konusunda  Arapça’da ilk bilimsel ve dolgun sözlüğün sahibi olan Ebû Nasr İsmail el-Cevherî (öl. 1002), Türkistan’ın Farab beldesinde doğmuş Türkî lakabıyla bilinen bir bilgindir. O, Farabî (350/961)’nin yeğeni ve aynı zamanda öğrencisidir. Hocası Farabî’nin kelimelerin son harfine göre tertip edilmiş eserlerin ilki kabul edilen Divânu’l-Edeb adlı eserini örnek alan Cevherî, Sıhahu’l-Cevherî adlı Arapça sözlüğünü  bu doğrultuda kaleme aldı.[43] Cevherî’nin bu lügatı Arap alimlere vererek, “alın, lügatınızı ecnebi bir adamdan öğreniniz.” demesi ilginçtir. Son olarak Arap dili ve edebiyatına önemli katkılarda bulunan Arap dili ve edebiyatı otoritesi ve bir edebiyat ekolünün öncüsü Türk alim  Zemahşerî(1143)’yi de zikretmek gerekir.
9.      MÜSLÜMAN TÜRK ALİMLERİNİN İSLAM MUSİKİSİ, SANATI, MİMARİSİ VE ESTETİĞİNE KATKILARI: GÖNÜLLERİ VE ŞEHİRLERİ İMAR ETMEK
 
İslam dünyasında Musiki nazariyatına dair çalışmalarda Farabî ve İbn Sînâ’dan sonra  adından en çok bahsedilen Safiyüddîn Abdülmümin el-Urmevî (683/1294) de Türk alimlerdendir. O, Kindî ile başlayan Farabî ve İbn Sînâ ile devam eden “İslam  musiki nazariyatını sistemleştirdiği için “Sistemciler” olarak nitelendirilen yazarların öncüsü veya “Sistemci Okul”un kurucusu olarak kabul edilir.[44] O, bu sistemini sadece İslam bilginlerinin yazdıklarından hareketle değil, onlara da kaynaklık eden Yunan filozoflarının eserlerini de inceleyerek geliştirmiştir. Ayrıca o, iyi bir fizikçi ve ud icracısıdır. Yaptığı bestelerle ünü bütün İslam dünyasına yayılan Safiyüddîn el-Urmevî, iki de yeni saz icad etti. Musiki ve hat alanlarında pek çok öğrenci yetiştirdi; yazdığı eserleriyle musiki nazariyatı üzerine eser yazan pek çok bilgine kaynaklık etti. O, musikide kullandığı kendine özgü yöntem ve bu sahaya katkılarından dolayı Şark’ın Zarlino’su olarak bilinmektedir. Ona özgü, “17 Perdeli Sistem”, bazı musiki bilimcilerince  sistemlerin en mükemmeli olarak kabul edildi. Bu alanda en çok bilinen eseri er-Risâletü’ş-Şerefiyye adlı eseridir. Bu eser, 1891 yılında özet, 1938’de tam metin olarak Fransızca’ya cevrilerek basıldı. Türk musiki tarihine yön veren, meydana getirdiği sanat eserleriyle çağını ve  sonrasını derinden etkilemiş şahsiyetlerden birisi de Abdulkâdir-i Merâğî (öl. 1435)’dir. Ud çalmakta da mahir olan Meraği, üç ayrı saz icad etti. Aynı zamanda iyi bir ressam olan Merağî, şair ve hattat kişiliğiyle de bilinir.[45]
Türklerin İslam Mimarisine olan katkısının, esas itibariyle Doğu geleneklerinden beslenen sentezci bir ruha dayandığı söylenebilir. Osmanlıların Edirne’de yaptırdığı “Üç Şerefeli Cami”, cami mimarisinde böyle bir sentez arayışının bir sonucudur. Cami mimarisi denince akla gelen ilk isim olan Mimar Sinan da Osmanlı döneminin önemli sanatkarları arasındadır. Sinan, ortaya koyduğu eserlerle adını  dünya mimarlık tarihine altın harflerle yazdırdı. Sinan gibi büyük Osmanlı mimarları eliyle Türkler, İslam dünyasına büyük anıtlar hediye etti. İstanbul’da Şehzade, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Mihrimah Hatun ve Edirne’de Selimiye camileri bu “ Klâsik üslûbun” dünya şaheserleri  arasındadır. [46]
Hat sanatı, Osmanlı Türklerinin emekleriyle, mükemmelleşerek hak ettiği yere gelebilmiştir. Bu sanata Türklerin katkısı neredeyse bu yazıya “Türk yazısı” dedirtecek kadar büyüktür. Derman’ın dediği gibi, “Hat eğer Osmanlı Türkü’nün eline geçmeseydi, hüsnühat (güzel yazı) olmak yolunun başlangıcında, boynu bükük kalırdı.” Hat sanatı, bu sayede adeta mücerred bir resim anlayışı kazanmıştır. Nihayet, Amasyalı bir Türk olan Yâkût el-Mustasımî (1299), Abbâsîler döneminde Bağdad’da, “Aklâm-ı sitte” (Altı Yazı) adı verilen hat türlerinin (Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî’, Rıka’) ilkelerini belirleyerek bu sanata en özgün halini verdi. Yâkut’un yetiştirdiği ve aralarında Türklerin de bulunduğu hat üstâdları, onun üslûbunu bütün İslam ülkelerine yaydılar. Yine bir Amasyalı olan Şeyh Hamdullah (1429-1520), Sultan II. Beyazid’in desteğiyle hat sanatında yeni bir tarz keşfetti ve “ Şeyh Hamdullah üslûbu” ile Osmanlı-Türk yazı sanatında Yâkut devrini kapattı. Şeyh Hamdullah’dan sonra yetişenler, hep onun gibi yazmaya çalıştılar. Sonraki başarılı hattatlar yazılarını, onun yazısına benzetmeye çalıştıkları için “Şeyh gibi yazdı” veya “Şeyh-i Sânî (İkinci Şeyh Hamdullah) gibi yazdı” sözü deyim haline geldi. Nihâyet XVII. asrın ikinci yarısında Hâfız Osman (1642-1698) adında yeni bir hat dehasının  ortaya çıkışına kadar Şeyh Hamdullah’ın etkisi sürdü. Vaktiyle Şeyh Hamdullah, kendisine özgü bir hat şîvesi ortaya koyarak, o vâdîde yazmaya başladı. Artık Şeyh üslûbu, yerini Hâfız Osman’ınkine bıraktı. Kur’an’ın yazılışında Hâfız Osman hattı olarak bilinen bu yeni üslup, İslam aleminde en çok bilinen bir türdür.[47] Bu anlayış, modern resmin öncülerinden Picasso’ya: “Benim, resimde varmak istediğim son noktayı, İslam yazısı çoktan bulmuş!” sözünü söyletmişti.  Türklerin hat sanatındaki başarıları dolayısıyla, İslam aleminde dilden dile dolaşan şu söz de oldukça anlamlıdır: “Kur’ân-ı Kerîm Hicaz’da nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.”
Müslüman Türk devlet adamları Belediyecilik, Şehirciliğe ve temizlik kültürüne büyük önem vermişlerdir. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman devrine (1520-1566) ait 1539 tarihli Belediyecilik örneği olarak gösterilebilecek “Çevre Temizliği Nizamnamesi (Nîşan-ı Hümâyun) son derece önemlidir. Edirne’nin mahalleleri, sokakları ve çarşılarının temiz tutulmasıyla ilgili bu düzenlemede şu ilkeler karar altına alınmıştır:
  1. Bütün ev, dükkan ve bunların çevrelerinin kirletilmemesi; kirletildiği takdirde derhal temizlenmesi/ temizlettirilmesi,
  2. Görevlilerin çarşı ve mahalleleri kirletenleri tespit etmesi ve atıklarını bizzat kendilerine temizlettirmesi. Bunun için de öncelikle kirliliğin meydana geldiği yere yakın olan işyeri ve evlerden işe başlanarak soruşturmanın sağlıklı bir şekilde yapılması,
  3. Kervansaraylardaki atıkların uzak ve boş mekanlara (hâli) naklettirilmesi,
  4. Hamamlara ait yolların temiz tutulması,
  5. Mezarlıkların korunması, etraflarının çevrilerek; at, köpek, kedi vb.  hayvanların mezarlık içine girmesinin önlenmesi,
  6. Arabacıların öküzlerini halkı rahatsız edecek şekilde ev ve avlulara yakın yerlere bağlamamaları; öküzlerin gübresini alıp şehir dışındaki uygun yerlere nakletmelerinin sağlanması,
  7. Evlerde yıkanan sabunlu çamaşır sularının rastgele yollara dökülmemesi, dökenlerin engellenmesi,
  8. At, koyun vb. hayvan leşlerinin rastgele ve gelişigüzel atılmasının önlenmesi. Bu yasağa uymamakta israr edenlerin teşhir edilerek cezalandırılmaları,
  9. Sayılan bu yasakların uygulanmasında kimsenin engel olmaması; kadı ve subaşının konuyu ısrarla takip etmeleri.”[48]
Bir zamanlar bahçeler düzenlemek, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmek, şehirli Türk insanının en büyük zevklerinden biriydi ve yeni yeni çiçek ve meyve türleri elde ederek bu türlere şâirane isimler vermek köklü bir gelenek olmuştur. Onlar, dünyanın doğal güzelliklerinin korunması, daha da güzel hale getirilmesi ve adeta cennet gibi yapılması için bir çok tedbirler geliştirmişlerdir. Onlar bu amaçla vakıf eserlerinin finansman imtiyazlarını karşılamak için, bağlık, bahçelik ve ağaçlık yerler bırakmışlardır. Mevcut ağaçların bakımı ve sulanmasına yönelik olarak da vakıflar kurulmuştur. Savaş sırasında ekili biçili alanlara, ağaçlara askerlerin zarar vermemesi konusunda onlara emirler verilmiştir. Ordugah olarak kullanılan yerlerin ağaçlandırılmasıyla, bu alanlar ordugah olmaktan çıkarılmış; ordunun konaklaması için başka yerler bulunmuştur. Gittikleri yerlere çınar ve kayın ağaçları dikmek bir gelenek haline gelmişti. Osmanlı’da 1594 yılı belgelerinde verilen bilgiye göre İstanbul’daki çiçekçi dükkan sayısı  iki yüzden fazladır. [49]

10.  TÜRK ALİMLERİNİN VE DEVLET ADAMLARININ SİYASİ AHLAKA VE DEVLET GELENEĞİNE KATKILARI: ADALET VE GÜVENLİK
 
Karahanlılar döneminin ünlü devlet adamı Yusuf Has Hacib’in yazdığı siyaset kitabı Kutadgu Bilig’de, devlet idaresinde adaletin ve dirliğin sağlanmasında hukukun, daha doğrusu, çağının anlayışına göre kanun hakimiyetinin ne kadar önemli olduğu defalarca vurgulanmıştır. Bu anlayışın Yusuf Has Hacib’in yetiştiği Karahanlı devlet nizam ve anlayışına da büyük ölçüde yansıdığı hususunda hiç şüphe yoktur. Özellikle Yusuf Has Hacib’in eserini kendisine takdim ettiği Karahanlı hükümdarına seslenirken “ Ey hükümdar, kanun, hükümdarlıktan daha yücedir, ama ondan da yüce olan kanunu eşitlikle uygulayabilmektir.” demesi, Türklerde insan hak ve özgürlüklerine verilen önemi açıkça ortaya koymaktadır. Yusuf Has Hacib’e göre,  hükümdarın en önemli vazifesi, ülke içinde dirlik ve düzeni temin ederek huzur ve güven içinde yaşamayı sağlamak, halkı müreffeh kılmak, açı doyurmak ve çıplağı giydirmektir. [50] Bu eser, Karahanlılar ( 992-1211) ve diğer Türk devletlerinde insanların temel hak ve özgürlüklerinin korunması konusunda bir alt yapı oluşturmuştur. Belki de bunun etkisiyle Karahanlıların yönetiminden sorumlu olduğu halkına ve askerlerine iyi davranması ve adaleti dillere destan olmuştu. Bundan dolayı Gazne halkı, “ bize adaleti ve insafı olan canımız, malımız, kadın ve çocuğumuz için kendisinden emin bulunduğumuz bu padişah lazımdır.” diyerek  halka zulüm yapılmasına izin vermeyen Alptegin’in himayesine girmiştir.[51] Tarihçiler Gazneli hükümdarı Sultan Mahmud’un yönetiminden övgüyle söz ederler.  Çünkü o, zulüm etmemeye itina göstererek haksız yere insanlara kıymadı. İyi ve adaletli  yönetimiyle “adalet ve insaf timsali bir hükümdar olarak”  tarihe geçti. [52] 
Tarihi kaynaklar Türk devlet adamlarının insan hak ve özgürlükleriyle ilgili pek çok davranışı ve uygulamasından övgüyle bahseder. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, fethettiği yerlerde insanların boş yere ölmemesi için büyük gayret sarf eder ve daha önce açıkça düşmanlık sergileyen kimseleri dahi affetmeyi bir şeref bilirdi. Nitekim Isfahan halkına karşı gösterdiği güzel muamele herkesçe bilinmektedir. Kendisine açıktan açığa isyan edip savaşmış olmalarına, hiyanet etmelerine, türlü türlü sözler söylemeleri ve direnmelerine rağmen yenilgiye uğratıldıklarında  insanları hayrete düşüren bir af ve merhametle karşılaştılar.  Tuğrul Bey, ele geçirdiği şehirlere atadığı emirlere, yüksek bir meclisin huzurunda, şu tavsiyede bulundu: “ Ahaliye zulüm ederse ve bir mülkü gasp eylerse bu makam ve yetki elinden alınır ve bu hareketlerine karşı ses çıkarılmamak olmaz.”[53]
Selçuklularda adalete verilen önem ve hukuka saygı, toplumun huzur ve emniyetini sağlamak içindi. Yani insanın mal, can ve din özgürlüğüne verilen bir değerdi. Selçuklu sultanları  Tuğrul Bey gibi gerçekten adil birer hükümdar olmayı ülkü edindiler. Onların adaleti sadece Türk ve Müslüman halkı değil, ülkelerinde yaşayan her türlü ırk ve dinden kimseleri de kapsıyordu. Hükümdarlar halkını hiçbir fark gözetmeksizin refah içinde yaşatmak istiyordu. Zira halk, zengin olmadan devlet zengin olamazdı. Bu yüzden bir hükümdar  açı doyurmalı, çıplak olanı giydirmeli, halkın refah düzeyini geliştirmeliydi. Ermeni asıllı Urfalı rahip Mateos eserinde, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümünde, onun bu özelliklerinden şu cümlelerle bahsetmektedir: “Aynı yılda (1092) herkesin babası ve bütün insanlara karşı merhametli ve iyi niyetli bir kimse olan büyük Sultan Melikşah öldü… Melikşah’ın ölümü bütün dünyayı büyük bir matem içine düşürdü.”[54]
Delhi Türk Sultanlarının da insanî değerlerin yaygınlaştırılmasına çok önem verdiği bilinmektedir. Çağdaş araştırmacılar onların insanî değerlerin yaygınlaşması için gösterdikleri bu çabalarla ilgili ilginç örnekleri gözler önüne serdiler. Örneğin Gıyasüddin Balaban, Güvenlik Evi (Dâru’l-Emn) adıyla bir bina yaptırdı. Borçlu olanlar buraya başvurduğunda borçları ödenirdi. Hayatını tehlikede hissedenler, emniyette olabilmek için buralara sığınırdı. Bu kurumlar, aralarında anlaşmazlık ve düşmanlık olanları bir araya getirerek barışmalarını temin ederdi. Hindistan’da Firuzşah (1309-1388), kurduğu hayır kurumları ile fakir kızları evlendirdi. Mali reformlar ile fakirleri, çalışanları korudu. Haksız para kazananlara karşı amansız bir takip başlattı. Kıtlık zamanlarında özel mülkünden elde edilen buğdayı ve arpayı yoksullara dağıttırdı. Onun nazarında  Hindu ve Müslüman arasında inançlarından başka bir ayrıcalık yoktu. Sultan Babür’ün bütün hayatı boyunca terk etmediği bazı düsturları arasında “ iyi ve yerinde muhakeme”, “ Allah’ın bendelerine iyi ve eşit davranmak” ve “ her yerde adaleti sağlamak” gibi insan haklarını teminat altına alan önemli ilkeler de yer almaktaydı.[55]
Müslüman Türk devletleri arasında insan hak ve özgürlüklerinin korunması, adaletin yerleştirilmesi ve birlikte yaşama kültürünün geliştirilmesi konusunda Osmanlı devleti erdemlilik açısından günümüz devletleri için bile örnek olacak yüksek bir düzeye ulaştı. Osmanlılar hukuka saygılı bir devlettir ve yargının bağımsızlığı temel bir ilkedir. İslam hukukunda dokunulmazlığı olan din ve inanç özgürlüğü, hayat hakkı, aile ve çocuk hakları, akıl ve mülkiyet hakları Osmanlı hukukunda da dokunulmazdır. Bu beş temel ilke, Osmanlı hukukunun amacını oluşturur. Mahkeme kararı olmadan hiçbir insanın evi aranamaz, tutuklanamaz, suç ve ceza isnat edilemezdi. Ancak firar etme durumu varsa tutuklanabilir. Ev aramalarında, yerine göre imam veya papaz hazır bulundurulurdu. Suç nerede işlenmişse davaya bakmakla oranın mahkemesi yetkiliydi. Yargı üzerinde baskı, zanlılara işkence ve suçluları kayırma  olmaması için davayı sürekli izleyen ve sayıları 5 ila 10 arasında değişen eski kadılardan, emekli kazaskerlerden, hukukçulardan oluşan bilirkişiler bulunmaktaydı. Savaşta esir düşenler de dahil, hangi amaçla olursa olsun teoride ve uygulamada işkence yasaktı. Osmanlı topraklarında herkes istediği lisanla konuşabilme, kendi kültürünü yaşatabilme ve kendi özel hukukuna göre yargılanma hakkına sahipti. [56]
Müslüman Türk devletlerinde, Müslüman olsun gayrimüslim olsun,  tüm halka karşı hoşgörülü davranmanın arkasında  onların benimsediği kanun devleti, adalet ve ahlak ilkelerine bağlılık siyaseti vardı. İslam’ın adalet anlayışını devlet geleneğinde kurumsallaştıran Osmanlı devleti, halka karşı yöneticilerin haksızlıklarını önleyebilmek için Adâletnâmeler[57] hazırladı ve yöneticilerin  buna göre idare etmeleri istendi. Bu prensipleri çiğneyen bir hükümdarın saltanatı, yöneticiler, ulema ve askerin işbirliğiyle elinden alınabilirdi. Bu geleneğin kökeni eski İran imparatorluklarına kadar gitmekle birlikte Türk ve Moğol devlet geleneğinde, adalet, değişmez bir töre veya yasanın tarafsızlıkla uygulanması şeklinde anlaşılır. Bu devlet anlayışının kurumsallaştırılması için Adalet Evi (Dâru’l-Adl) ve Mazlumlar Evi (Dâru’l-Mezâlim) adıyla bazı kurumlar oluşturuldu. Tarih boyunca  Müslümanların kurduğu devletlerde, genelde idari örgütlenme, yönetilenlere karşı adaletle muamele yapma ve onlara zulümden kaçınma felsefesi üzerine kuruldu. Bu sebeple sarayın en göze çarpan yeri, Adâlet Evi (Dârul-Adl)’dir. Bunlar Osmanlılar döneminde Edirne’de ve İstanbul’da saraya hakim olan ve bütün ülkeyi gözetip yöneten sembolik yapılardır. Divân-ı Humâyûn, bizzat Pâdişâh’ın  başkanlık yapması gereken bir yüksek adalet divanı sayılmakta; sıradan yurttaşlar bile devleti temsil edenlere karşı şikâyetlerini Saray Divanı’na gelip şahsî şikayetini yapabilmekteydi. Bu divan toplantılarında herkes idareye ve sorumlulara karşı her türlü şikayet yapabilirdi. Ayrıca hükümdarlar davaları, “Adalet Köşkü denilen bir yerde divana açılan pencere arkasından dinlemeyi” en önemli bir görev saymışlardır.[58]
Yerleştirme siyaseti (İstimalet), Osmanlılar döneminde Anadolu ve Balkanlar’ın İslamlaşmasında daha etkili kullanıldı. Diğer uç beylikler gibi, Osmanlılar da, Türk  ve Müslüman dünyası ile ilişkilerini güçlendirerek sınırlarını yalnız göçebe değil, Türk-İslam dünyasının her tarafından gelmiş şehirli unsurlara açık tuttu. Böylece alimler, şeyh ve meslek sahibi herkesi kabul etti.[59] Böylece İslam dünyasının  dinî ve sosyal cereyanlarını, bilgi ve tecrübeye sahip insanlarını ve manevî kuvvetlerini bir arada toplamayı başardı. [60] Osmanlılarda, reayayı ve malını koruyan bir devlet düzeni düşüncesi hâkimdi. Çünkü onlar fethedilen yerlere halkı, devlete meylettirmek için çok sistemli bir şekilde ve hoşgörülü davranarak yerleştirdiler. Örneğin Bursa fetholunduğu zaman Orhan, kale halkını dahi affederek onlardan kimsenin bir çöpünü dahi alınmasına izin vermedi. Hatta Süleyman Paşa’nın adaleti karşısında halk, “nolaydı kadîm zamandan bunlar bize bey olalar idi” demekten kendini alamadı. [61]

11.  MÜSLÜMAN TÜRKLERİN İSLAM İKTİSADİ HAYATINA KATKILARI: SOSYAL TABANA YAYILMIŞ REFAH VE FÜTÜVVET GELENEĞİ
 
Müslüman Türkler arasında sosyal yardımlaşma kurumları son derece gelişmişti. Bunun gelişmesinde belirleyici olan birkaç etken bulunmaktadır: Birincisi, insanları birbirine yaklaştıran bir bakış açısı veya dünya görüşünün varlığı, ikincisi Türk milletindeki teşkilatlanma, yani örgütlenme bilinci, bir üçüncüsü ise sosyal yardımlaşma kurum veya kurumlarının bir medeniyet unsuru olmasını sağlayacak, ilkelerini yasal kurumlar haline getirecek bir devlet anlayışının varlığıdır. Bu örgütlenme bilinci, hem otorite tarafından merkezden dışa doğru yönlendirilmekle, hem de kendi içinden ve kendiliğinden olmuştur.[62] Türklerde sosyal yardımlaşma ve hayırseverliğin gelişmesi ve vakıflar olarak kurumsallaşması üzerinde İslam’ın da büyük etkisi vardır. Kur’an’da karşılıksız hayır yapmak, sadaka vermek ve infakta bulunmak emir olunduğundan herkes hayır yapmayı bir ibadet olarak algılar. Müslüman Türkler, Kur’an’ın bu paylaşma felsefesini benimseyerek, belli bir aşamadan sonra mal ve sermaye biriktirmeye dur diyerek, bütün maddî ve manevî varlığını insanlara huzur, mutluluk ve güvenli bir ortam sağlayacak hayır kurumları ve vakıflar oluşturmaya harcamıştır. Bütün amaçları, Allah’ın kendilerine bahşettiği nimetleri ihtiyaç sahipleriyle paylaşıp yaratılmışların rızasını kazanarak Allah’ın rızasını kazanmak olmuştur. Bu sebeple bazı araştırmacılar, Osmanlı İslam medeniyetini, Vakıf medeniyeti olarak övmüşlerdir. 1621 tarihli isimsiz bir seyahatnamede  Türklerin bu yardımseverliği şu cümlelerle anlatılır: “Sanırım dünyada bunlardan (Türkler) daha hayırsever ve hayır yapan bir millet yoktur.” [63]
Türkler, kurdukları vakıflar yoluyla insanların din, dil, ırk, mezhep ve renk ayrımı yapmaksızın yararlanabileceği önemli hayır ve sosyal kurumları oluşturmuştur. Kervansaraylar bunların başında gelir. Anadolu’da kervan yolları üzerinde, her türlü ihtiyaç düşünülerek inşa edilen  kervansaraylarda, yolcular binekleri ile birlikte üç gün ücretsiz kalabiliyorlardı. Bu sırada yemekleri veriliyor, hastalıkları tedavi ediliyor ve fakir olanlara ayakkabı dahi veriliyordu. Bunların kitabelerinde zengin-fakir, Müslüman-Hıristiyan, hür-köle farkı gözetilmeden bütün yolcuların eşit muameleye tabi tutulması isteniyordu.[64]
Türkler toplumun bütün kesimlerine sosyal refahı yaymak için Ahilik teşkilatını destekledi. Ahiliğin kurucusu Şeyh Ahî Evran (1262 veya 1300-1317 ?), Yesevî dervişlerinden  tasavvufî terbiye aldı. Selçuklu sultanlarıyla arası açılan Ahi Evran, bir müddet Denizli, Konya ve Kayseri’de kaldıktan sonra, Kırşehir’e yerleşti ve ölümüne kadar burada yaşadı. Ahilere ait Anadolu’da Türk boylarının yaşadığı  hemen hemen her vilayet, belde ve köyde Ahi zaviyeleri bulunmaktaydı.[65] Bu Ahi zaviyeleri başta Ankara ve Kırşehir olmak üzere Sivas, Tokat, Çorum, Niksar, Amasya, Samsun, Turhal gibi sancak ve merkezlerde kuruldu.[66] Moğollar, kendisine karşı çıkan Ahilere ait bazı zaviyeleri, Mevlevilere verdiler. Bunun üzerine ahiler uzak  uc bölgelerindeki Türkmenler arasına göç ettiler.” [67] Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da Ahiler, büyük yararlılıklar gösterdiler. Osman Gâzî’nin kayınpederi Edebali bir Ahi Şeyhi idi. Osman Gâzî’nin silah arkadaşı, hatta oğlu Alaeddin Bey de bu örgüttendi. İlk Osmanlı Padişahları, diğer şeyhler gibi zaviye sahibi ahi şeyhlerini de korudular. Bir çoklarının yeniden yerleşip zaviye açmasına yardım ettiler. Bu sebeple ilk Osmanlı padişaharının silah arkadaşları arasında pek çok şeyh, fakih ve Ahi mevcuttur. Örneğin  Osman Gâzî, hukûkî ve sosyal hayatı örgütlemede Ahilerden ve fakılardan (fakih) yararlanmıştır. Öyle ki bir bölgeyi ele geçirdikten sonra orayı nasıl örgütleyeceğini Ahilerden ve İslam hukukunu bilen fakılardan (Fakih) sorardı. Bu dönemde vakıfların büyük bir kısmı fakılara verilmiştir. Osmanlı döneminde bu fakıların en meşhuru Tursun Fakîh’tir. Ahilere göre fakılar daha ağır basmaktaydı. Ancak Edebali gibi bazı fakılar aynı zamanda Ahi geleneğine mensuptu. Osmanlı dönemine ait fakılar arasında Edebali, Tursun Fakîh adlarını biliyoruz. Rumeline gerçekleştiriler fetihlerde bir takım Ahiler, şeyhler ile birlikte görülmektedir.[68]
Ahilik, Kur’an’ın ahlak anlayışıyla Türk örf ve adetlerini kaynaştıran bir düşünce biçimidir. Amaç İslam’ın ön gördüğü değerlerin kurumsallaştırılması yoluyla insanı dünyada ve ahirette mutlu etmektir. Bu kurumun Müslüman Türkler arasında ve Türk kültürü içinde aldığı şekil ve önemi diğerleriyle kıyaslanamayacak derecede güçlü ve yaygındır. Ahilikteki kalfalık ve  ustalık törenleri usta olacaklara verilen öğütler Anadolu’da toplumsal ahlakın kodlarının oluşturuyordu. Bu öğütlerden bir kaçı şöyledir:
-Helalinden kazana, Hak Taâlâ’nın ibadetini yerine getire, şeriata, tarîkata muhalefet eylemeye.
-Güzel ahlaktan, akl-ı selîmden dışarı adım atmayasın, nefsine ve şeytana uymayasın.
-Haramdan, mekruhtan perhiz edesin, Sünnetleri kocaltmayasın.
-Elinle koymadığını götürmeyesin, kimsenin sanatına tamah etmeyesin, kimsenin ehline iyaline kem gözle bakmayasın, kimseye kibir, düşmanlık beslemeyesin.
-Cimrilik yapmayasın, haset etmeyesin, her kimin aybını görürsen örtesin, dünyaya aşırı muhabbet göstermeyesin.
-Büyüğe varıp ikram edesin, hürmet ve hizmette bulunasın.
-Bir elinin kazancını ihtiyaçların için, diğer elinin kazancını ahiretin için fukaraya sarfedesin.
-Hayır işlerde elinden geleni yapmakta kusur etmeyesin.
-Oğul hak al, hak ver. Kimseye dediğinden eksik verme ki Yüce Allah kazancına ve ömrüne bereket ver.
-Her ne zaman teraziyi eline alırsan Ahiret terazisini hatırlayasın. İyi bil ki helalin hesabı, şüphelinin itabı, haramın azabı vardır.
-Alimlerin dediklerini, kahyaların öğütlerin, ustan olarak benim sözlerimi tut. Ana, baba, hoca, usta hakkına saygı göster. Tanrı buyruklarını dinle.[69]
 
            SONUÇ
İnsanlık tarihinde önemli bir aşamayı oluşturan İslam Medeniyeti’nin kurulmasında ve geliştirilmesinde Türk bilginlerin rollerinin, diğerleriyle karşılaştırıldığında daha büyük olduğu da bir gerçektir. Özellikle Karahanlılar ve Selçuklular döneminde İslam medeniyetinin altın çağını yaşamış olması, büyük ölçüde  bilimsel kurumların oluşup gelişmesi ve bilimsel çalışmaların teşvik edilmesi gibi hususların gerçekleştirilmesinde  Maveraunnehir ulemasının payı büyüktür. Türkler, bu uygarlığa sonradan katılmış bir millet değildir. Tersine bu medeniyetin ilk kurucuları arasında yer almıştır.
Tanınmış Mutezili bilginlerden Sumame b. el-Eşres (213/823), İslamlaşma sürecinin henüz başında oldukları bir dönemde, Türklerin peygamberlerin mesajı ve filozofların fikirlerinden haberdar edildiği takdirde, edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları ve sanatta Çinlileri geride bırakacakları konusunda şu tespitlerde bulunmuştur:
“ İyi bilmediği bir şeyin hiçbir tarafını iyi bilmez. İyi bildiği hususun tamamını iyi yapar.  Her işi bizzat kendisi yapar. İçi dışı gibidir. Hiçbir netice çıkmayacak şeyle uğraşmaz.  … Eğer, onların memleketlerinde peygamberler ve filozoflar yaşayıp da bunların fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi, sana Basralıların edebiyatını, Yunanlıların felsefesini, Çinlilerin sanatını unuttururlardı.”[70] 
İslam’ın bayraktarlığını yapan Türk toplumları, ilerleyen süreçte “felsefeden edebiyatta; minyatürden harb sanatına ve teşkilatçılığa” diğer milletlerle yarıştığına, hatta onları geçtiklerine tarih şahitlik etmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed’in mesajı Kur’an ve Yunan felsefesi ile tanıştıktan sonra, onların insana saygı, akıl, ilim ve özgürlük gibi İslam öncesinde sahip oldukları değerlerde  ne kadar ileri seviyeye ulaştıkları bilim ve medeniyet tarihçileri tarafından da itiraf edilmektedir. Dolayısıyla Türk bilginlerin felsefe, mantık, tıp, matematik, fizik, kimya, sanat, mimari, musiki ve diğer ilimlere yaptıkları katkılarla, Sumame b. el-Eşres’i haklı çıkarmıştır. Onlar kurdukları devletler yoluyla insanlığa adalet dağıtmış, sosyal ve toplumsal dayanışmayı güçlendirecek kurum ve kuruluşlar ihdas etmişlerdir.
 
KAYNAKÇA
 
Akpınar, Ali,  “Fütüvvet’in Dinî Temelleri”, I. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004) Bildiriler, Haz.: Fatih Köksal,  Kırşehir 2005.
Alptekin, Çoşkun, “ Selçuklularda İnsanî Değerler ve Hukuk”, Tarih Boyunca Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar,  İstanbul: Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 1992,  I, 377–385.
Arık, M. Oluş, “İslam Mimarisine Türklerin Getirdikleri”, İslam Sanatında Türkler, İstanbul: Yapı Kredi Bankası Yayınları, 1976,  ss. 13-16.
Aslan, Fazlı, Safiyüddîn-i Urmevî ve Şerefiyye Risâlesi, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 2007.
Aslanapa, Oktay, “İslamî Tıp Tarihinde Türklerin Yeri”, Essays in honour of Ekmeleddin İhsanoğlu, (İstanbul: Research Centre for Islamic History Art and Culture (IRCICA), 2006,   ss. 813-816.
Aydın, Mehmet, “Türklerde Felsefe”, Türk Düşünce Tarihi, Haz.: Hüseyin Gâzî Topdemir, Ankara: AYK Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 2001.
Azzavî, Abbas, “İbn Hassul’ün Türklere Hakkında Bir Eseri”,  Çev.: Şerafeddin Yaltkaya, Belleten, No: 4-15’ten ayrı basım, İstanbul: Maarif Matbaası, 1940.
Barkan, Ömer Lütfi,  “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”,  Vakıflar Dergisi, II(1942).
Bingöl, Abdülkuddus, “ Türkler ve Mantık Bilimi”, Türkler, ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
Çağbayır, Yaşar, (Yusuf Has Hacip,  Kutadgu Bilig, ( Haz.:  Yaşar Çağbayır), 3. Baskı, Ankara: Diyanet Vakfı yayınları,  2003.
Demir, Remzi, Philosophia Ottomonica Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde Türk Felsefesi, Ankara: Lotus yayınevi, 2005.
Demirci, Mustafa, Beytü’l-Hikme, İstanbul: İnsan yayınları, 1996.
Derman, M. Uğur,  “Hat Sanatında Türklerin Yeri”, İslam Sanatında Türkler, İstanbul: Yapı Kredi Bankası Yayınları, 1976, ss. 53-54.
el-Câhız, Ebû Osman Amr b. Bahr, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, (Çev. Ramazan Şeşen), Ankara : Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1967.
en-Nesefî, Ebû Hafs Ömer, el-Kand fî Zikri Ulemâi Semerkant, Riyad: Mektebetü’l-Kevser, 1991.
Fahruddîn Kadıhan, Fetâvâ, Bulak 1865.
Fendoğlu, Hasan T.,  “Osmanlı’da  İnsan Hakları Algılaması ve Uygulaması”, Uluslar arası Demokrasi Hukuk ve İnsan Konferansı, Diyarbakır:  Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, 1997.
Genç, Reşat, “Karahanlılarda İnsanî Değerler ve Hukuk”, Tarih Boyunca Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar,  İstanbul: Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 1992, I,  325-339.
Göker, Lütfi,  Fen Bilimleri Tarihi ve Türk-İslâm Alimlerinin Yeri, y.y. y.y., 1984.
Gürkan, Nejdet,  “İslam Medeniyeti Dili Arapça’nın Türk Kültüründeki Yeri ve Türklerin Bu Dile Katkıları”, Uluslar Arası Türk Dünyası’nın İslamiyet’e Katkıları Sempozyumu ( Isparta 31 Mayıs-1 Haziran 2007) Bildirileri, Isparta: SDÜ. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2007, ss. 606-611.
Hunke, Sigrid, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, Almanca’dan çev.: Servet Zengin, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1972.
Hüseynî, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev.: Necati Lügal, Ankara 1943.
İmam Mâturîdî ve Maturidilik, (ed.: Sönmez Kutlu), Ankara: Otto Yayınları, 1918.
İnalcık, Halil, “ Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
İnalcık, Halil, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adâlet, 2. baskı, İstanbul: Eren Yayıncılık, 2000.
İnanlcık, Halil, “ Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, IX,  66-88.
Kara, Seyfullah,  Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, İstanbul: İz Yayıncılık, 2007.
Kavakçı, Yusuf Ziya,  XI ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mâvârâ’ al-Nahr İslâm Hukukçuları, Ankara: Sevinç Matbaası, 1972.
Kaya, Eyüp Said, Mezheplerin Teşekkülünden Sonra Fıkhî İstidlâl, (Doktora Tezi), İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001.
Kazıcı, Ziya, “Osmanlılarda Hoşgörü”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002,  X, 10/221-232.
Keskioğlu, Lütfi, Müslümanların İlim ve Medeniyete Hizmetleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, II. Baskı, Ankara 1973.
Kitapçı, Zekeriya, Türklerin Arap Dili ve Edebiyatına Hizmetleri Hilafet Ülkeleri, Konya : Yedi Kubbe Yayınları, 2004.
Konukçu, Enver, “ Gaznelilerde İnsanî Değerler ve Hukuk”, Tarih Boyunca Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar,  İstanbul: Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 1992, I, 361-375.
Kurt, Yılmaz, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Rum Eyâletlerindeki Zaviye Kurucuları Üzerindeki Etkileri”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildirileri (26-27 Mayıs 1993), Kayseri 1993, ss. 263-270.
Kutlu,  Sönmez, “ Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Maturidi”, İmam Maturidi ve Maturidilik (ed. Sönmez Kutlu), Ankara: Kitâbiyât, 2004, ss. 17-55.
Kutlu,  Sönmez, “Ebû Mansûr el-Mâturîdî ve Maturidi Kültür Çevresiyle İlgili Bibliyografya”, İmâm Mâturîdî ve Maturidilik (ed. Sönmez Kutlu), Ankara: Kitabiyat, 2004 kitabı içerisinde, ss. 389-393; ss 398-414.
Kutlu,  Sönmez, Karahanlılar Dönemi Dinî Düşünce (Yayımlanmamış Proje Çalışması), Türkistan 2015.
Kutlu,  Sönmez, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, İstanbul : Ötüken Neşriyat, 2017.
Kutlu,  Sönmez, Türkler ve İslam Tasavvuru, İstanbul : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011.
Kutlu,  Sönmez, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, 2001.
Madelung, Wilferd,  “11.-13. Asırlarda Hanefî Âlimlerin Orta Asya’dan Batıya Göçü”, İmam Mâturîdî  ve Maturidilik (ed. Sönmez Kutlu), Ankara: Kitâbiyât yayınları, 2003.
Madelung, Wilferd, Religious Trends in Early Islamic Iran, (ed. Ehsan Yanshater), New York: Bibliotheca Persica, 1988.
Merçil, Erdoğan, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989.
Özcan, Nuri, “ Türk Mûsikîsinin Âbide Şahsiyetlerinden Abdülkâdir-i Merâğî”, Türkler,  (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, VIII, 900-904.
Özdemir, İbrahim, “ Osmanlı Toplumunda Çevre Anlayışı”, Türkler,  (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, X, 598-610.
Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin,  İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara: Diyanet Vakfı Matbaası, 2007.
Sayılı, Aydın, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Türk Kültüründen Görüntüler Dizisi,  1985.
Sezgin, Fuat, İslâm Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri, (Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi,  2004)
Tahir, Bursalı Mehmed, Osmânlı Müellifleri, İstanbul: Matbaa-yı Âmire, 1333.
Turan, Osman, “ Türkler ve İslâmiyet”, DTCFD, IV/ 4(1946), ss. 461-465.
Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1965.
Üçel-Aybet, Gülgün, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İstanbul: İliteşim yayınları, 2003.
Üçel-Aybet, Gülgün, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İstanbul: İliteşim yayınları, 2003.
Ulutan, Burhan, İbn Sînâ Felsefesi, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 2000.
Ünver, Ahmet Süheyl, Uygurlarda Tababet, İstanbul 1936.
Yalçın, M. Alemdar, “Eski Dönemlerden Anadolu’ya Türk  Sosyal Dayanışma Kurumları”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002,  III, 107-122.
Yerinde, Adem, “Türklerin İslam Hukukuna Katkıları: Serahsi Örneği”, Türkler (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
Yörükân, Yusuf Ziya, Şamanizm, Haz.: Turhan Yörükân, Ankara: Yol Yayınları, 2005.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig,  Ankara: TTK Yayınları, 1974.

[1] Aydın Sayılı, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Türk Kültüründen Görüntüler Dizisi,  1985), s. 11.

[2] Sönmez Kutlu, Türkler ve İslam Tasavvuru, (İstanbul : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011); Sönmez Kutlu, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, (İstanbul : Ötüken Neşriyat, 2017); İmam Mâturîdî ve Maturidilik, (ed.: Sönmez Kutlu), Ankara: Otto Yayınları, 1918); Karahanlılar Dönemi Dinî Düşünce (Yayımlanmamış Proje Çalışması), Türkistan 2015 ve Türkleri İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, 3. Baskı, (Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları,   2018).

[3] Yaşar Çağbayır, (Yusuf Has Hacip,  Kutadgu Bilig, ( Haz.:  Yaşar Çağbayır), 3. Baskı, (Ankara: Diyanet Vakfı yayınları,  2003),  s. XVIII-XIX (Giriş)

[4]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 1.

[5]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 8.

[6]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 9.

[7]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 77.

[8]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 77.

[9]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 78.

[10]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 78-79.

[11] Bkz.: Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig,  (Ankara: TTK Yayınları, 1974), s. 2425-2428, 2711-2714.

[12]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 74.

[13]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 5.

[14] Bkz.: Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig,  s. 2425-2428, 2711-2714.

[15] Osman Turan,  Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1965), s. 236-237; Osman Turan, “ Türkler ve İslâmiyet”, DTCFD, IV/ 4(1946), ss. 461-465.

[16] İbrahim Sarıçam-Seyfettin Erşahin, İslâm Medeniyeti Tarihi, (Ankara: Diyanet Vakfı Matbaası, 2007), s. 232.

[17] Bkz.: Fahruddîn Kadıhan, Fetâvâ, Bulak 1865, I, 374.

[18] Remzi Demir, Philosophia Ottomonica Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde Türk Felsefesi, (Ankara: Lotus yayınevi, 2005), I, 28.

[19] Maturidî geleneğe ait yazma veya basılı kelamî eserleri, şerh, haşiye ve ta’lıkları, müelliflerinin ölüm tarihlerine göre, bir listesi EK:I’de verilmiştir. Mâturîdiliğe ait diğer kelami edebiyat hakkında geniş bilgi için bkz.: Sönmez Kutlu,  “Ebû Mansûr el-Mâturîdî ve Maturidi Kültür Çevresiyle İlgili Bibliyografya”, İmâm Mâturîdî ve Maturidilik (ed. Sönmez Kutlu), (Ankara: Kitabiyât, 2004) kitabı içerisinde, s. 389-393; 398-414.

[20] Yusuf Ziya Yörükân, Şamanizm, (Haz.: Turhan Yörükân, Ankara: Yol Yayınları, 2005), s. 125.

[21] Hüseynî, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev.: Necati Lügal, (Ankara 1943), s. 2; Seyfullah Kara, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, (İstanbul: İz Yayıncılık, 2007),  168.

[22]  en-Nesefî Ebû Hafs Ömer, el-Kand fî Zikri Ulemâi Semerkant, (Riyad: Mektebetü’l-Kevser, 1991), s. 143, 273, 340.

[23] Wilferd  Madelung, “11.-13. Asırlarda Hanefî Âlimlerin Orta Asya’dan Batıya Göçü”, İmam Mâturîdî  ve Maturidilik (ed. Sönmez Kutlu, Ankara: Kitâbiyât yayınları, 2003) kitabı içerisinde, s. 369.

[24] Bkz.:  Eyüp Said Kaya, Mezheplerin Teşekkülünden Sonra Fıkhî İstidlâl, (Doktora Tezi), (İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001),  s. 205 vd.

[25] Wilferd Madelung, Religious Trends in Early Islamic Iran, (ed. Ehsan Yanshater), (New York: Bibliotheca Persica, 1988), s. 31.

[26] Yusuf Ziya Kavakçı, XI ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mâvârâ’ al-Nahr İslâm Hukukçuları, (Ankara: Sevinç Matbaası, 1972), s. 305-307.

[27] Adem Yerinde, “Türklerin İslam Hukukuna Katkıları: Serahsi Örneği”, Türkler (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), III, 716-717.

[28]  Bu medreseler  hakkında geniş bilgi için bkz.: Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti,  s. 239-40.

[29] Türk fakihleri için bkz.: Bursalı Mehmed Tahir, Osmânlı Müellifleri, (İstanbul: Matbaa-yı Âmire, 1333),  s. 41-45.

[30] Abdülkuddus Bingöl, “ Türkler ve Mantık Bilimi”, Türkler (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), V, 691-692, 695.

[31]  Burhan Ulutan, İbn Sînâ Felsefesi, (İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 2000), s.10.

[32] Ulutan, İbn Sînâ Felsefesi, s. 152. ( Bernard Russel, History of Western Philosophy,  1963, Kitab 2, B XIV’den naklen)

[33] Geniş bilgi için bkz.: Süheyl Ünver, Uygurlarda Tababet, İstanbul 1936.

[34] Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, Almanca’dan çev.: Servet Zengin, (İstanbul: Bedir Yayınevi, 1972), s. 224.

[35] Geniş bilgi için bkz.: Sayılı, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, s. 13;  Oktay Aslanapa, “İslamî Tıp Tarihinde Türklerin Yeri”, Essays in honour of Ekmeleddin İhsanoğlu, (İstanbul: Research Centre for Islamic History Art and Culture (IRCICA), 2006),   s. 813-816.

[36] Mustafa Demirci, Beytü’l-Hikme, (İstanbul: İnsan yayınları, 1996), s. 128-129.

[37] Lütfi Göker, Fen Bilimleri Tarihi ve Türk-İslâm Alimlerinin Yeri, (y.y. y.y., 1984), s. 230.

[38] Göker, Fen Bilimleri Tarihi ve Türk-İslâm Alimlerinin Yeri, s. 272.

[39]  Osman Keskioğlu, Müslümanların İlim ve Medeniyete Hizmetleri, (Diyanet İşleri Başkanlığı, II. Baskı, Ankara 1973), s. 27.

[40] Mehmet Aydın, “Türklerde Felsefe”, Türk Düşünce Tarihi, Haz.: Hüseyin Gâzî Topdemir, (Ankara: AYK Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 2001), s. 15.

[41] Fuat Sezgin, İslâm Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri, (Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi,  2004), s. 31-32.

[42] Geniş bilgi için bkz.: Zekeriya Kitapçı, Türklerin Arap Dili ve Edebiyatına Hizmetleri Hilafet Ülkeleri, (Konya : Yedi Kubbe Yayınları, 2004), s. 66.

[43] Türklerin bu bilime  katkıları için bkz.: Nejdet Gürkan, “İslam Medeniyeti Dili Arapça’nın Türk Kültüründeki Yeri ve Türklerin Bu Dile Katkıları”, Uluslar Arası Türk Dünyası’nın İslamiyet’e Katkıları Sempozyumu ( Isparta 31 Mayıs-1 Haziran 2007) Bildirileri, (Isparta: SDÜ. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2007), s. 606-611.

[44] Fazlı Aslan, Safiyüddîn-i Urmevî ve Şerefiyye Risâlesi, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 2007), s. 1.

[45]  Nuri Özcan, “ Türk Mûsikîsinin Âbide Şahsiyetlerinden Abdülkâdir-i Merâğî”, Türkler (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), VIII, 900-904.

[46] M. Oluş Arık, “İslam Mimarisine Türklerin Getirdikleri”, İslam Sanatında Türkler, (İstanbul: Yapı Kredi Bankası Yayınları, 1976),  s. 13-16.

[47] M. Uğur Derman, “Hat Sanatında Türklerin Yeri”, İslam Sanatında Türkler, (İstanbul: Yapı Kredi Bankası Yayınları, 1976), s. 53-54.

[48]  İbrahim Özdemir, “ Osmanlı Toplumunda Çevre Anlayışı”, Türkler, X, 603 ( X, 598-610).

[49] Üçel-Aybet, Gülgün, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), (İstanbul: İliteşim yayınları, 2003), s. 357.

[50]  Reşat Genç, “Karahanlılarda İnsanî Değerler ve Hukuk”, Tarih Boyunca Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar,  (İstanbul: Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 1992), I, 329-31, 338 (I,  325-339)

[51] Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989), s. 4-5; Enver Konukçu, “ Gaznelilerde İnsanî Değerler ve Hukuk”, Tarih Boyunca Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar,  (İstanbul: Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 1992), I, 363-64. (I, 361-375)

[52]  Konukçu, “ Gaznelilerde İnsanî Değerler ve Hukuk”, Age.,  I, 373.

[53] Abbas Azzavî, “İbn Hassul’ün Türklere Hakkında Bir Eseri”,  Çev.: Şerafeddin Yaltkaya, Belleten, No: 4-15’ten ayrı basım, (İstanbul: Maarif Matbaası, 1940), s. 31.

[54] Çoşkun Alptekin, “ Selçuklularda İnsanî Değerler ve Hukuk”, Tarih Boyunca Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar,  (İstanbul: Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 1992), I, 380-81. (I, 377–385).

[55] Geniş bilgi için bkz.: Konukçu, “ Hindistan’daki Türk Devletlerinde İnsanî Değerler ve Hukuk”, Age.,  I, 412, 415-416, 422.

[56] Geniş bilgi için bkz.: Hasan T. Fendoğlu, “Osmanlı’da  İnsan Hakları Algılaması ve Uygulaması”, Uluslar arası Demokrasi Hukuk ve İnsan Konferansı, (Diyarbakır:  Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, 1997), s. 300-304.

[57] Adâletnâme, “devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya karşı otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adâlete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyannâme şeklinde bir Pâdişah hükmüdür.” (Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adâlet, 2. baskı, (İstanbul: Eren Yayıncılık, 2000), s. 75.

[58] Bkz.:  İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adâlet, s. 4, 46, 49-52, 75-77.

[59] Ömer Lütfi Barkan, “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”,  Vakıflar Dergisi, II(1942), s. 281.

[60] Barkan, “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”,  Vakıflar Dergisi, II(1942), s. 281.

[61] İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adâlet, s. 81. (Âşıkpaşazâde, 34. Bab. Atsız neşri, İstanbul, 1949), s. 120.

[62] M. Alemdar Yalçın, “Eski Dönemlerden Anadolu’ya Türk  Sosyal Dayanışma Kurumları”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), III, 107. ( III, 107-122)

[63] Gülgün Üçel-Aybet, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), (İstanbul: İliteşim yayınları, 2003), 343.

[64] Ziya Kazıcı, “Osmanlılarda Hoşgörü”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002),  X, 221-222. (X, 10/221-232)

[65] Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, II (1942), s. 292.

[66] Yılmaz Kurt, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Rum Eyâletlerindeki Zaviye Kurucuları Üzerindeki Etkileri”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildirileri (26-27 Mayıs 1993), (Kayseri 1993), s. 260, 263-270.

[67] Halil İnanlcık, “ Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), IX, 81. (IX,  66-88).

[68] Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”,  Vakıflar Dergisi, II (1942), s. 292; İnalcık, “ Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, Türkler, (ed, H. Celal Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), IX, 81.

[69] Bkz.: Ali Akpınar, “Fütüvvet’in Dinî Temelleri”, I. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004) Bildiriler, Haz.: Fatih Köksal,  (Kırşehir 2005), s. 53.

[70] el-Câhız, Ebû Osman Amr b. Bahr, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, (Çev. Ramazan Şeşen, Ankara : Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1967). s. 75.

  
39 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam106
Toplam Ziyaret944137
Yeni Çıkan Eserler


İnsani ve Ahlaki Değerler
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İmam Maturidi ve Maturidilik
(Özbek Türkçesi)
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


 Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar


Güncel Dini- Siyasi Meseleler Üzerine Yazılar



Selefiliğin Fikri Arkaplanı