ALEVİLİK-BEKTAŞİLİĞİN
DİYANET’TE TEMSİLİ PROBLEMİ
Giriş
Diyanet
İşleri Başkanlığı, Türkiye’de son yıllarda en çok tartışılan kurumların başında
gelmektedir. Bu konudaki tartışmalar, “Türkiye’de din-devlet” ilişkisi, laik
bir devlette DİB’nın meşruiyeti, Diyanet’te mezhep ve tarikatların temsili gibi
problemler etrafında cereyan etmektedir. 3 Mart 1924 tarihinden bugüne kadar,
diyanet işlerinin düzenlenmesiyle ilgili olarak “Diyanet işlerinin devlet
çatısı altında yer alan bir kurum tarafından yürütülmesi, kurumun devlet
organizması içerisinde tutulmakla birlikte özerk bir nitelik kazandırılması ve
diyanet işlerinin sivil toplum içinde yapılanması şeklinde”[1]
birbirinden farklı üç temel yaklaşım ortaya çıkmış bulunmaktadır. Böyle bir
makalede, bunları tartışacak değiliz. Ancak, laik bir devlette, diyanet işleri,
DİB ve bu konuda oluşturulacak bir kurumun İslam’ı ve Müslümanları temsili ile
ilgili bazı tespitlerde bulunmak istiyoruz
1. İslam
dini, Hıristiyanlığın aksine, ruhbanlığı ve ruhban sınıfını kabul etmediği
için, teolojik ve dinî bakımdan, din işlerinin Allah’ın yetkisini temsil eden
bir sınıf ya da bir kurum tarafından yürütülmesinin gerekliliğinden
bahsedilemez. Bu sebeple, Müslümanlar arasında din işlerini yürütecek bir
kurumun bulunması, Hıristiyanlık’taki gibi dinî bir zorunluluk değildir. Tarih
boyunca müslüman devletlerde din işlerini yürütmek için oluşturulan kurumlar,
tamamen dünyevi maslahat gereğidir; ilahi ve dinî bir misyonu temsil etmezler.
Ayrıca, İslam tarihinde, din, devletin karşısında, dini temsil etmek üzere örgütlenmiş
değildir. Devletin içerisinde örgütlenmiş olmasına rağmen, sivil bir tabiatı
vardır. Bununla birlikte, bu örgütlenme biçiminin doğruluğu ya da yanlışığı
tartışılabilir. Diğer taraftan, bu hizmeti veren kişilerle, devleti temsil
edenler arasında bir hakimiyet sorunu yaşanmamıştır.[2]
Bu açıdan, diyanet işlerini düzenlemek ve kontrol etmek üzere oluşturulan
herhangi bir kurum, dini temsil edemez.
2. Din
hizmetleri; eğitim, sağlık vb. hizmetler gibi kamusal bir hizmettir. Eğer bir
toplum, aynı dine mensup kişilerden oluşuyorsa, bu hizmeti verecek ruhban
sınıfı da yoksa ve din hususunda bu kolektif ihtiyacın özel kişiler veya
gruplar tarafından karşılanması problem doğuracaksa, devletin, dinî ihtiyaçları
karşılamayı bir kamu hizmeti olarak görüp, kendi başına bu ihtiyacı gidermesi
meşru olabilir.[3] Bunun
dışında, devletin, dini siyasallaştırmak veya kontrol altında tutmak adına
böyle bir şeyi yapması doğru değildir. Burada önemli olan, kamunun bu
ihtiyacının karşılanması ve bunu karşılamak üzere oluşturulan kurumun
siyasetten bağımsız özerk olmasıdır. Hatta nihai hedef, bu kurumun
sivilleştirilmesi olmalıdır.
3. Laik
bir devlet, bu ihtiyacı karşılarken, din, mezhep, tarikat ve cemaatlere eşit
uzaklıkta durmalı, birini diğerine tercih etmemeli ve onların tamamının
birleştiği otantik dinî ihtiyaçları karşılamaya yönelmelidir.
4. Din
olarak İslam’la, tarihî süreç içerisinde oluşan dinî anlayış farklılıklarının
kurumlaşması sonucu oluşan mezhep, tarikat, cemaat ve diğer dinî zümreleşmeler,
birbirinden farklıdır. Hiçbir mezhep ve tarikat ya da herhangi bir kurum,
İslam’la özdeşleştirilemez ve onun temsilcisi olduğu iddiasında bulunamaz.
Sünni İslam, Şii İslam, Halk İslamı, Alevi İslamı gibi bazı tanımlamalar,
teorik ve pratik nedenlerle yapılabilirse de, bütün bunların dışında,
mezheplere göre değişmeyen ve hepsinin birleştiği Kur’an ve Peygamber’in
uygulamasına dayanan asgari müştereklerden oluşan anonim ve özgün bir İslam ya
da Müslümanlık vardır. Bu dinin tanrısı Allah, peygamberi Hz. Muhammed, kitabı
Kur’an ve ibadethanesi camidir. Bu anonim İslam, tevhid (Allah’ın birliği),
nübüvvet (Allah’ın elçisi ve getirdikleri) ve ahiret (öldükten sonra diriltilip
hesaba çekilme) olmak üzere, üç inanç esasına dayanır. Bunları kabul eden
kimselerin, Sünni, Şii, Zeydî, İsmailî, Nakşi, Kadiri, Alevi-Bektaşi olması,
bir ayrıcalık ve imtiyaz nedeni olamaz.
5. Şu
ândaki hukuki statüsü, örgütlenme biçimi, teknik donanımı ve kadroları ile
DİB’nın, yasal olarak kendisine yüklenen görev ve sorumlulukları çerçevesinde,
bugünkü Türkiye’de yaşayan müslüman toplumun dinî ihtiyaçlarını
karşılayamadığı; bu kurumun, toplumun bütün kesimleri ve ihtiyaçlarının dikkate
alınarak yeniden yapılandırılması ve siyasi nüfuzun dışında sivil veya özerk
idari yapıya kavuşturulması gerektiği, herkes tarafından kabul edilen bir husustur.
Biz bu
makalemizde bugünkü hukuki ve yasal statüsü içerisinde, DİB’nda çeşitli mezhep
ve tarikatların temsil edilmesi probleminin bir alt başlığını oluşturan
Alevi-Bektaşilerin Diyanet’te temsil fikrine bakışları, bununla ilgili
problemler ve doğuracağı muhtemel sonuçları tartışmaya açmak istiyoruz.
1.
Alevi-Bektaşilerin Diyanet’te Temsili Konusunda Alevi Çevrelerin Farklı
Yaklaşımları
Alevi-Bektaşilerin
Diyanet’te temsil fikri, sanıldığının aksine, bütün Alevi-Bektaşi çevrelerce
benimsenen ve savunulan bir fikir değildir. Bu çevrelerin bu konudaki görüşleri
ve beklentileri birbirinden oldukça farklıdır. Aslında bütün Alevi-Bektaşi
dernekleri, vakıfları ve dergahları, bu konuya farklı açılardan bakmakta, fakat
herkes kendi görüş ve yaklaşımını bütün Alevi-Bektaşilerin genel yaklaşımı imiş
gibi genelleyerek sunmaktadır. Bununla birlikte, onların talepleri, Diyanet’in
kuruluşundan bu yana yapılan şikayetler ve taleplerden oldukça farklı ve
radikal değişiklikleri içermektedir.
Alevi
çevreleri, Diyanet’in yapısı, işleyişi ve hizmetleri konusunda bazı eleştiri ve
isteklerde bulunmaya sevk eden sebepler arasında, otantik Aleviliğe yöneliş ve
Diyanet’ten dinî hizmet bekleme, Diyanet’in dinî ihtiyaçları karşılamakta
yetersiz kalışı, oy amacıyla bazı siyasi partilerin Alevi-Bektaşilere devlet
bütçesinden pay ayıracaklarına ve cemevlerinin yapımına yardım edeceklerine
dair vaatleri, siyasal İslam’ın karşısında bir blok oluşturma girişimleri,
yasadışı örgütlerin tahakkümünden kurtulma arzusu ve temel hak ve özgürlükler
konusunun, son zamanlarda yapılan uluslararası anlaşmalarla, devletin iç
problemi olmaktan çıkarılıp uluslararası toplumun müdahelesine açık duruma
getirilmesi bulunmaktadır. Bütün bu gelişmeler sonucunda Diyanet, 1985 yılından
itibaren ciddi girişimlerde bulunarak, Alevi-Bektaşi çevrelere de cami inşâ
projeleri (Tunceli örneği) ve benzeri hizmetler götürmenin yollarını aramaya
başladı. Bunun için bazı Alevi dedeleriyle görüşmelerde bulunarak, taleplerini
tespite çalıştı. Fakat olay basın tarafından Alevi-Bektaşilerin Diyanet’te
temsili olarak sunuldu ve tartışmalar, onların taleplerinden çok, bu konu
etrafında sürdü. Bunun üzerine, Diyanet’in statüsü konusunda öneriler
netleşerek, Aleviler arasında dört farklı yaklaşım ortaya çıktı:
1. Diyanet
Yeniden Yapılandırılsın ve Aleviler Temsil Edilsin: Bu model, Cem Vakfı
Genel Başkanı İzzettin Doğan ve çevresiyle bazı dedeler tarafından
savunulmaktadır.
DİB yerine
Din Hizmetleri Teşkilatı’nı öneren İzzettin Doğan ve Cem Vakfı çevresi, her
fırsatta ve mekanda Diyanet’in yeniden yapılandırılması ve Alevilerin temsil
edilmesi şeklindeki görüşlerini tekrarlamakta ve bildiriler yayımlamaktadır. Bu
çevreler, kendi yayın organı olan CEM Dergisi’nde yayımladıkları bir
bildiride, görüşlerini şöyle açıklamaktadırlar:
CEM, Diyanet
İşleri Teşkilatının, teşkilat olarak Alevi geleneğiyle, Alevi düşüncesiyle ve
laik devlet anlayışıyla bağdaşmasının zor olduğunu düşünmektedir. Esasen,
Diyanet İşleri Teşkilatının yasaların kendisine yüklediği görevleri tarafsız
olarak yaptığını; din hizmetlerini tüm vatandaşlara eşit bir şekilde
götürdüğünü söylemeye imkan da yoktur. Bu nedenlerle, Aleviliğin bu tür ilkesel
ve yapısal rahatsızlıklarla dolu bir teşkilatta temsil edilmesini istemek çok
sağlıklı bir yaklaşım da olamaz. CEM, Aleviliğin, gözden geçirilmiş, bağımsız,
güdümsüz, özerk; Ülkedeki inanç gruplarının her birinin ayrı birimlerde ama bir
bütün oluşturacak şekilde temsiline olanak veren; ve Laik Cumhuriyet ile
çatışmayan yeni bir organizasyonda temsilini savunur.[4]
Doğan, Cem
Vakfı adına bu konudaki görüşlerini resmî ve gayri resmî düzeydeki
görüşmelerinde, çeşitli basın ve yayın organlarındaki söyleşilerde ve bilimsel
toplantılarda şu şekilde açıklamaktadır: “Diyanet İşleri kurumu, ülkenin bir
gerçeğidir. İstesek de istemesek de ülkenin bir gerçeğidir. Gerek sağda gerekse
soldaki partilerin hiçbiri Diyanet’e karşı değiller. Bu nedenle Aleviler
Diyanet’le ilgili istek ve taleplerinde gerçekçi olmak zorundadırlar. Diyanet
ortadan kalksın demek, olmayacak duaya amin demekten başka bir şey değildir.
Buna mukabil Aleviler, Diyanet’in yeniden yapılanmasını, tümüyle gözden
geçirilmesini istemelidirler. Alevilerin istekleri budur.”[5]
Cem Vakfı çevresi, bu taleplerini kamuoyu, politikacı ve devletin çeşitli
organlarının gündemine taşımak amacıyla, 26-27 Mart 1996 tarihinde “Din-Devlet
İlişkileri ve Türkiye’de Din Hizmetlerinin Yeniden Yapılanması” konulu
uluslararası bir sempozyum düzenlemiştir. Doğan, bu sempozyumda, yeniden
yapılanmanın şekliyle ilgili şöyle bir model önermiştir: “Sadece Aleviler,
sadece Sünni kardeşlerimiz değil, Musevi ve Hıristiyan kardeşlerimiz de değil,
bu ülkede her kim bulunuyorsa, inanç grubu olarak, kendi yoğunlukları oranında
demokratik bir biçimde, ast-üst ilişkisi olmadan –inançta hiyerarşi olmaz–
Diyanet İşleri’nde temsil edilmeliler.”[6]
Bu
teklifler gerekçelendirilirken, her ne kadar uluslararası hukuki gelişmeler,
Anayasa maddeleri ileri sürülse de, temelde, Alevi çevrelerin dinî
ihtiyaçlarını Diyanet vasıtasıyla karşılamaktan çok, Alevi çevrelerde,
özellikle Cem Vakfı çevresinde son zamanlarda inşâ edilen cemevlerinin inşâına
ve onların masraflarının karşılanmasına devletten mali destek sağlama teşebbüsü
bulunmaktadır. Diğer taraftan, Alevilerin 15 milyondan başlayarak 30 milyona
varan nüfusa sahip olduğunun telaffuz edilmesi[7],
hiçbir bilimsel ve istatistiksel değeri olmayan, ideolojik olarak abartılmış ve
baskı unsuru olarak kullanılmak istenen indî rakamlardır. Bu konuda gerçekçi ve
bilimsel verilere dayalı konuşmak gerekmektedir. Türkiye’de, günümüz Aleviliği
konusunda araştırmalar yapan İlyas Üzüm, oldukça önemli istatistiksel bilgilere
dayanarak, Alevi-Bektaşilerin 1990 yılı itibarıyla 4-5 milyon civarında
olduğunu tespit etmiştir.[8]
2. Diyanet
Kaldırılsın: Türkiye’de ve yurtdışındaki Alevi-Bektaşi örgütlerin büyük
çoğunluğu bu görüştedir. Bu yaklaşımı destekleyen örgütlerin başında Pir Sultan
Abdal Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Dernekleri, Semah Kültür Vakfı çevresi,
Karaca Ahmet Sultan Dergahı ve Kürtçü Alevi çevreler gelmektedir.[9]
Bu çevrelerin iddialarına göre, “Diyanet, devletin benimsemiş olduğu laikliğe
aykırıdır. Bu idari yapı içinde yer aldığı müddetçe Türkiye Cumhuriyeti’nin
laik bir devlet olduğu, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır. Dolayısıyla
yapılması gereken bu yanlışlığa ve çelişkiye son verilmesidir.”[10]
Hacı Bektaş Veli Dergahı’na bağlı Celebiler veya Ulusoylar da denilen, Dedegan
koluna mensup Veliyettin Ulusoy’a göre, “Alevilerin Diyanet’le hiçbir ilişkisi
yok. Devletin kurduğu ve Sünniliği resmî din olarak benimseyen bir kuruluş.
Bence her dinî inanış kendi cemaatini kurup, onu finanse etmeli. Devlet,
desteğini Diyanet’ten çekmesi lazım. Diyanet’e gerek yok. Her cemaat kendi
sorununu kendi içinde çözsün. Devlet hakem olmalı. Çatlak sesleri susturmalı.”[11]
3. Diyanet
Kaldırılmasın ve Aleviler Temsil Edilsin: Bu görüş, Diyanet’te Alevilerin
tahsilli bir dede tarafından temsil edilmesini ve aynı şekilde vilayetlerde ve
ilçelerde müftülerin yanında Alevi kesimi temsil eden bir yetkili kişinin
olmasını önermektedir.[12]
4. Alevi
İnanç Başkanlığı Kurulsun: Bu teklife göre, böyle bir kurum özerk olmalı,
mali işlerinde devletin kontrolü altında ve bütçesi Alevi-Sünni nüfus oranına
göre devlet bütçesinden verilmelidir.[13]
Bu son iki
görüş ferdî tekliflerden öteye geçmemektedir.
Kırsal
bölgelerde yaşayan Alevi-Bektaşilerin bu konuda kafalarının oldukça karışık
olduğu ve aynı köyde kadın ve erkekler arasında dahi farklı görüşlerin
bulunduğu anlaşılmaktadır. İsparta Keçiborlu ilçesine bağlı, eski adıyla
Baladız yeni adıyla Gümüşgün köyü ve Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Niyazlar
köyünde yapılan bir ankette[14],
erkek ve kadınlara DİB’na ilişkin bazı sorular sorulmuş ve şu cevaplar
alınmıştır:
|
Baladız Niyazlar |
Cevap
seçenekleri Erkek Kadın Erkek
Kadın |
Kalkmalı,
din işleri cemaatlere bırakılm 28.0 12.01 33 20.0 |
Mez.
temsil ed. bir kurum olmalı 44.0 24.0 80.0 26.7 |
Özerk
Bir Kurum Olmalı 24.0 24.0 -- -- |
Durumunu
Sürdürmeli -- 12.0 -- 33.0 |
Fikrim
Yok 100.0 100.0 100.0 100.0 |
Bu ankete göre, her
iki köyde, erkeklerin çoğunluğu DİB’nın bir devlet kurumu olarak kalmasını,
fakat Türkiye’deki mezheplerin temsil edilmesini isterken, Niyazlar köyünde
kadınlar Diyanet’in durumunu sürdürmesini istemektedirler. Kaldırılması ve din
işlerinin cemaatlere bırakılması görüşü yaygın değildir. Bu anket, Sivas,
Erzincan, Tunceli, Çorum ve Amasya yöresinde yaşayan bütün Alevilerin
görüşlerini yansıtmayabilir; ancak, aynı yörenin insanlarının önemli bir konuda
farklı görüşleri benimsediklerini göstermesi bakımından ilginçtir.
2.
Alevi-Bektaşilerin Diyanet’te Yer Almasının Önündeki Yasal
Engeller
Alevi çevrelerin,
Diyanet’te temsil konusunda farklı düşündüklerini ve farklı modeller ileri
sürdüklerini tespit ettikten sonra, şimdi de mevcut yasal düzenlemeler
içerisinde onların Diyanet’te temsil edilmesinin önündeki yasal engelleri
inceleyeceğiz.
2.1. Lozan Anlaşması
24 Temmuz 1923
tarihinde kabul edilen Lozan anlaşması gereğince, memleketimizdeki azınlıklar,
Rumlar, Ermeniler ve Museviler özerklik kazanmışlar ve kendilerini temsil
edecek özerk dinî kurumlarını kurmuşlardır. Sadece Museviler, “Biz özerklik
istemiyoruz; Türk kanunlarına tâbi olarak yaşayacağız.” demişlerdir.
Müslümanların durumuna gelince, Türkiye sınırları içerisinde, etnik yapısı ne
olursa olsun, hiçbir müslüman, azınlık statüsünde değildir. Diyanet işleriyle
ilgili bir yeni düzenleme yapılacaksa, o zaman daha önce azınlık statüsü
verilmiş dinlerin durumunun da birlikte yeniden gözden geçirilmesi gerekir.
Halbuki yukarıda zikredilen bu azınlıkların şu ândaki statüleriyle ilgili
şikayetleri olmadığı gibi, yeni bir yapılanmada yer almayı da kabul
etmemektedirler. Ayrıca, böyle bir düzenleme, uluslararası düzeyde hukuki ve
siyasi sonuçlar doğurabilir.
2.2. Laiklik
Anlayışı
Türkiye
Cumhuriye’tinin ilk yıllarından itibaren yapılan köklü değişikliklerle, laik
devlete geçiş süreci başlatılmıştı. Bu çalışmalara rağmen, laiklik, ancak 1937
yılında Anayasa’ya devletin niteliğini tanımlayan bir ilke olarak girebilmiş ve
sonraki anayasalarda da temel ilke olarak korunmuştur. 1982 Anayasası’nda laiklik
ilkesinin çerçevesi genişletilmiş; dinin, devlet alanınında siyasi bir
fonksiyon ifa etmesine tamamen son verilmiştir. Bu Anayasa’da devletin
tarafsızlığı, kanun önünde eşitlik, din ve düşünce özgürlüğü teminat altına
alınmıştır. Devletin tarafsızlığı demek, insanların hukuk önünde eşitliği
demektir. Anayasa’nın 10. maddesinde bu eşitlik şu şekilde belirlenmiştir:
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye,
aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz...”[15]
Türkiye Cumhuriye’tinin DİB’na genel idare içerisinde yer vermesi şeklindeki
laiklik uygulaması, Fransa’daki laiklik anlayışı ve uygulamasıyla
karşılaştırıldığında, böyle bir laiklik anlayışına ters olduğu görülecektir. Bu
açıdan bakıldığında, Türkiye tam değil yarı laik bir ülkedir. Başka bir
ifadeyle, Türkiye’nin laiklik uygulaması, kendine has şartlarına göre
geliştirilen “Türkiye tipi laiklik”tir ve tam bir laiklik olarak görülemez.
Bununla birlikte, DİB, ilgili Anayasa’da ve yasalarda yer alan maddelerde,
bütün dinî görüş ve düşünüşlerin dışında kalan bir hizmet kurumu olarak
örgütlenmiştir. Mezhepleri veya tarikatları temsil eden bir kurum olmaktan
tamamen çıkarılmıştır. Dolayısıyla, bugünkü hukuki statüsüyle DİB’nda
Alevi-Bektaşilere temsil hakkının verilmesi, Anayasa ve yasalara göre mümkün
değildir ve böyle bir hakkın verilmesi büyük çaplı yasal değişiklikleri
gerektirmektedir.
Türkiye’de
laikliğin uygulanış biçiminde bazı porblemlerin olduğu ve Batı standartlarına
uymadığı, genelde söylenmektedir. Diyanet’in Alevi-Bektaşiliğin temsili
amacıyla yeniden yapılandırılması, mevcut laikliği daha çok tartışmalı hâle
getirecektir. Bir başka ifadeyle, böyle bir düzenleme, devletin belli bir
tarikatı resmen tanıması; dolayısıyla, laikliklikten tamamen ödün vermesi
anlamına gelecektir. Hele hele, Diyanet’in bugünkü durumunu laikliğe aykırı
kabul edip, laikleşme adına mezhep ya da tarikatların temsili amacıyla, din
işlerinin, devlet içerisinde yeniden yapılandırılmasını istemek, tam bir
çelişkidir. Eğer din işlerinin yürütülmesi için laiklik adına Diyanet yeniden
yapılandırılmak isteniyorsa, Batılı anlamda, yapılacak olan şey, bu işi sivil
örgütlere bırakmayı ve devletin dışında bir yapılanmayı savunmaktır.
Cumhuriyeti kuran irade, geleneksel toplumların bir ürünü olan dinî kurumların
sosyal ve hukuki alandaki etkisine son vermeyi, şeyhlerin, dedelerin ya da dinî
karizması olan bazı soy ve ailelerin nüfuzunu ortadan kaldırmayı amaçlıyordu.
Bunu yapmakla, millî ve kolektif bir kimliğin oluşturulmasının önündeki mezhep
ve tarikat bilinci yıkılmış oluyordu.
2.3. Tekke ve
Zaviyelerin Kapatılması Kanunu
2 Eylül 1925 tarihinde
çıkarılan bir kanunla, Türkiye sınırları içerisinde faaliyet gösteren
Bektaşilik, Nakşilik, Kadirilik, Rüfailik, Ticanilik ve benzeri bütün
tarikatların faaliyetleri durdurulmuş ve onlara ait ‘tekke ve zaviyeler’
kapatılmıştır. Bu tarihten itibaren, söz konusu mistik akımlar, faaliyetlerini
yeraltında sürdürmüşlerdir. Bektaşilik, Osmanlı döneminde yasaklanmadan önce,
tıpkı diğer tarikatlar gibi tekke ve zaviyelerde faaliyet göstermekteydi ve
bütün tarikatlar Şeyhülislamlığa bağlıydı. Tekke ve zaviyelerin kapatılması,
bugün için, diğer tarikatlar ve tekke-zaviyeler için neyi ifade ediyorsa,
Alevi-Bektaşilik için de aynı şeyi ifade etmektedir. Bazı tarikatlar, kanunu
ihlal eder duruma düşmemek için, geçmişteki tekke ve zaviyelerin yerine, dergah
ya da cemevi adı altında teşkilatlanmakta ve bu cemevlerinde alenî tarikat
ayinleri yapmaktadırlar. Bu, bir bakıma, tekke ve zaviyeler kanunun delinmesi
anlamına gelmektedir. Tekke ve zaviyeler kanunu yürürlükte olduğu sürece,
hiçbir tarikatın böyle bir teşekkül oluşturması ya da başka adla da olsa, tekke
ve zaviye fonksiyonu gören mekanlar açması yasal değildir. Devletin ileri
gelenlerinin zaman zaman bu kanunsuzluğa alet olmalarını anlamak da zordur.
Bektaşiliğin ya da başka tarikatların, tarikat olarak DİB’nda temsil
edilebilmesi için, önce tarikatların faaliyetlerinin serbest bırakılması, tekke
ve zaviyeler kanunun lağvedilmesi gerekir. Oysa, bu konudaki maddeler,
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez devrim kanunları kapsamına
girmektedir.
2.4. Diyanet’in
Yetki ve Sorumluluk Alanlarını Belirleyen Kanunlar
3 Mart 1924 tarihli ve
429 sayılı Şer’iye ve Evkaf ve Erkân-yı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin
İlgasına Dair Kanun’un 1. maddesi şu şekildedir: “Türkiye Cumhuriyetinde
muamelat-ı nâsa dair olan ahkâmın teşrî ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi
ile onun teşkil ettiği hükümete ait olup din-i mübin-i İslâm’ın bundan maada
itikadat ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesalihinin tedviri ve müessesat-ı
diniyenin idaresi için Cumhuriyetin makarrında bir Diyanet İşleri Reisliği
makamı tesis edilmiştir.” Bu kanunun 5. maddesi ise şöyledir: “Türkiye
Cumhuriyeti Memaliki dahilinde bilcümle cevami ve mesacid-i şerifenin ve tekaya
ve zevayanın idaresine, imam-hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sair
müstahdemin tayin ve azillerine Diyanet İşleri Reisliği memurdur.” Tekke ve
zaviyelerin kaldırılması ile birlikte, tekke ve zaviyelerin idaresiyle
şeyhlerin tayin ve azli görevi, Diyanet İşleri Reisliği’nin görevleri arasından
çıkarılmıştır. Bu kanunlara göre, Başkanlığın, “itikat ve ibadete ait esasları
yürütmek” ve “ibadet yerlerini yönetmek” olmak üzere, iki önemli görevi vardır.
Daha sonra 1961 Anayasası’nın 154. maddesiyle yapılan bir değişilikle 1.
maddeye, “ahlaka ait esasları yürütmek” ilave edilmiş ve “din konusunda toplumu
aydınlatmak” şeklinde üçüncü bir görev ihdas edilmiştir. Bu görev, 1950 ve
sonrasında DİB ve teşkilatı ile ilgili kanunlarda da vardır. 1982 Anayasası’nın
136. maddesinde, bu görevleri yerine getirirken DİB’nın uyması gereken
kıstaslar şu yekilde belirlenmiştir: “Genel idare içinde yer alan DİB, laiklik
ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve
milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen
görevleri yerine getirir.” Bu kanunlardan anlaşılacağı üzere, DİB temsilî bir
kurum olmayıp, genel idare içinde yer alan bir hizmet kurumudur. Bütün siyasi
görüş ve düşünüşlerin dışında, yani mezhep ve tarikatların dışında kalması
gereken bir kurumdur. Bu sebeple, fıkhi anlamda Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik
ve Caferilik; itikadi ve siyasi anlamda Şiilik ve Sünnilik; tarikat anlamında
Nakşi, Kadiri, Bektaşi gibi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak, dayanışma ve
bütünleşmeyi amaç edinmiştir. Bektaşiliğin veya bir başka tarikat ya da
mezhebin Diyanet çatısı altında temsil edilebilmesi için, bütün bu kanunların
değiştirilerek, DİB’nın, Mezhepler ve Tarikatlar Müdürlüğü hâline getirilimesi
gerekir. Böyle bir şey, Cumhuriyeti kuran iradenin, ulus devlet ve hedeflediği
toplum projesine tamamen ters düşmek anlamına gelir.
DİB’nın
Alevilerle Sünniler arasında fark gözettiği iddialarına 1990 yılında dönemin
Başkanı M. Sait Yazıcıoğlu şu cevabı vermiştir:
Diyanet İşleri
Başkanlığı, belirli bir mezhebe mensup Müslümanların dinî ihtiyaçlarını
karşılamak maksadıyla değil, ister Sünni olsun ister Alevi olsun bütün
Müslümanlara dinî hizmet sunmak için kurulmuştur. İslam dininin itikat, ibadet
ve ahlakla ilgili esasları bellidir. Hangi mezhepten olursa olsun, bütün
Müslümanların son ilahi kitabı olarak Kur’an-ı Kerim ortadadır. Kanunların
Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği görev, Kur’an’ın hükümleri doğrultusunda
toplumu din konusunda aydınlatmak, böylelikle dinî ve millî birliği
sağlamaktır.[16]
3.
Alevi-Bektaşilerin Diyanet’te Yer Almasını Engelleyen Kendi İç Sorunları
3.1. Alevi-Bektaşiliğin Hangi Statüyle ve Kim Tarafından
Temsil Edileceği
DİB’nda
Alevi-Bektaşilerin temsil edilmesi tartışmaları, Alevi çevreler için, acilen
çözülmesi gereken üç önemli sorunu gündeme getirmiştir. Birincisi, Alevilik
nedir? İkincisi, Alevilik hangi statüyle temsil edilecektir? Üçüncüsü,
Aleviliği kim temsil edecektir?
Birinci ve
ikinci problem, Alevilik ve Bektaşiliğin mahiyeti ile ilgili bir tartışmadır.
Alevi kökenli, Sünni kökenli gazeteci, yazar, araştırmacı, tarihçi, ilahiyatçı
herkes, Alevilik-Bektaşiliğin mahiyetiyle ilgili makaleler ve kitaplar
yazmaktadır. Konunun gerçek uzmanları, maalesef yok denecek kadar azdır. Bazı eserler
hariç tutulduğunda, Alevilik-Bektaşiliğin mahiyeti, niteliği, kaynakları ve şu
ânki durumu hakkında yazılanlar, baştan sona ideolojik önyargılarla veya ticari
amaçlarla makulve hiçbir bilimsel değeri olmayan metinlerdir. Şii yazarlarca
yazılmış Kenzü’l-Mesâ’ib (Kumru), Hüsniye ve diğer bazı eserler,
Arapça, Farsça ve Eski Türkçe bilmeyen, bunları okumaktan aciz kimseler
tarafından, ticari amaçlarla olsa gerek, Aleviliğin kaynakları adıyla aslından
tamamen farklı ve yanlış tercüme edilerek, saf ve iyi niyetli
Alevi-Bektaşilerin eline verilmekedir. Aslında, bu eserler, Alevi çevrelerce
yeni okunan eserler değildir. Bu tür eserler, muhtemelen XVII. yüzyıldan
itibaren, Şii kültürün, Anadolu Türkmen Alevileri ve Kızılbaşlar arasında
yayılması amacına yönelik faaliyetlerin bir ürünüdür. Sosyolojik araştırmalarda
ortaya çıkan korkunç sonuç ise, bu eserlerin, günümüz Alevi-Bektaşi çevreler
arasında en çok okunan kitapların başında gelmesidir. Özellikle, gelecek
yıllarda da Türkiye’nin gündeminden düşmeyecek olan Alevilik ve Bektaşilik
konusunda uzman, çok iyi yetişmiş sosyolg, ilahiyatçı, antropolog, etnolog ve
tarihçilere ihtiyaç vardır.
Alevilik-Bektaşilik,
kimi araştırmacılarca din, kimilerince mezhep, kimilerince tarikat, kimilerince
laik-demokratik ulusal bir inanç biçimi, kimilerince Türk İslamı, kimilerince
ise bir yaşam biçimidir. Sosyolojik araştırmalar, kendisini Alevi-Bektaşi
olarak tanımlayanların dahi, bir kimlik krizi yaşadığını ve kendisini farklı
şekilde tanımladığını göstermektedir. TESEV’in yaptırdığı bir çalışmada, “Hangi
mezheptensiniz?” sorusuna %3.9’u “Alevi” diye cevap vermiştir.[17]
Başka bir ankette sorulan, “Kızılbaşlığı/Alevi-Bektaşiliği Tanımlama Biçimi”
ile ilgili bir soruya verilen cevaplar şöyledir[18]:
Kızılbaşlığı/Alevi-Bektaşiliği Tanımlama:
Sayı Yüzde
Dindir (tek başına
İslamiyet’ten ayrı bir inanç) 168 10.35
Mezheptir 705 43.43
Tarikattır 169 10.41
Kültürdür 262 16.14
Yaşam Tarzıdır 274 16.88
Başka 45 2.77
Toplam 1623 100.00
Aleviliğin
halk düzeyinde de farklı biçimde tanımlanması ve bunların içerisinde %10.35’lik
bir kesimin, Aleviliğe İslam dışı bir din olarak bakması, kimlik tanımlamayla
ilgili ciddi sorunların bulunduğunu ve bunun devam edeceğini göstermektedir.
Ankete katılanların % 43.43 oranında Aleviliği-Bektaşiliği bir mezhep olarak
tanımlaması da oldukça ilginçtir. Çünkü Alevi çevreler, dernek ve vakıf
kurarken, amaçları arasına “Alevi kültürü yaymak” şeklinde bir madde
koyduklarında, Vakıflar Müdürlüğü tarafından bu vakıflar tescil edilmiyor.
Kendilerine bir mezhebin görüşlerini yayan bir vakıf açmanın yasalara aykırı
olduğu bildirilince, bu defa, Aleviliğin bir mezhep olmadığını ispat ediyorlar.[19]
Diyanet’te
Alevi-Bektaşilerin hangi statüyle temsil edileceği konusu, öncelikle Aleviler
arasında büyük tartışmalara sebep olacağa benziyor. Ancak konunun uzmanları
gibi, biz de, Alevilik ve Bektaşiliğin ayrı olarak değerlendirilmesi gerektiği
kanaatindeyiz. Bektaşiliğin tarihi ve kurumsal yapısı, onun tasavvufi bir
örgütlenme biçimi ve bir tarikat olduğunu açıkça göstermektedir.
Aleviliğe
gelince, tasavvufi bir renk taşımakla beraber, Bektaşilik kadar sistematik bir
yapıya sahip değildir. Alevilik, “Bektaşi kültür ve edebiyatının ağır bastığı
bir İslami inanç ve yaşayış biçimi ile Türkmen kültürünün ve İslam öncesi
inanış ve yaşayış biçiminin iç içe girmiş şeklidir ve soya bağlıdır.”[20]
Ancak, Kızılbaşlık ve Aleviliğin mahiyeti ve Bektaşilikle ilişkisi konusunda
farklı görüşler olmakla beraber, bu ikisinin birbirini etkilediği ve aralarında
benzerlikler ve farklılıklar bulunduğu kabul edilmektedir. Örneğin, konunun
uzmanlarından E. Ruhi Fığlalı şöyle demektedir: “Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli
tarafından kurulan bir tarikattır. Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi, tevella
(Ehl-i Beyti sevenleri sevme), teberra (Ehl-i Beyti sevmeyenleri sevmeme) gibi
Aleviliğin temel esaslarına bağlı oluşları yüzünden, Bektaşiliğe, Alevilik
denebilir.”[21]
Ancak, Eröz’e göre, “bu Alevilik, Sünnilerin Ehl-i Beyt’e olan sevgilerini
ifade eder mânâdan öteye geçemez. Çünkü Türkiye’de her Bektaşi, Alevi olduğu
hâlde, her Alevi Hacı Bektaş’ı Horasan ereni sayıp hürmet etmesine rağmen,
Bektaşi değildir.”[22]
Bize göre, Aleviliğin bugünkü yapılanması, Ocakzadelik ve dedelik kurumu göz
önünde bulundurulursa, tarikat kalıpları içinde bir yapılanmadır ve Hacı Bektaş
Veli’ye, bazı ocaklar hariç, bağlılık söz konusudur. Aslında, Kızılbaş
Alevilikle Bektaşilik arasındaki farklılaşma, siyaset temelli kültürel bir
farklılaşmadır. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasındaki siyasal
anlaşmazlıklar sonucunda, kırsal kesimdeki Bektaşilik, şehir Bektaşiliğinden
kültürel ve siyasal açıdan farklılaşmaya başlamış ve bazı konularda Şia’nın
siyasi fikirlerinin etkisinde kalmıştır. Kızılbaş Alevilik ve Bektaşilik için,
‘Türkmen Sünniliği’, ‘heteradoks İslam’, ‘köy Bektaşiliği’, ‘şehir
Bektaşiliği’, ‘sözlü İslam’, ‘kitabi İslam’ ve diğer bazı kavramlar
kullanılmaktadır. Fakat bunların tartışmasına burada girmeyeceğiz.
Bütün bu
farklılıklara rağmen, gerek Alevilik gerekse Bektaşilik, İslam mezhepleri
tarihinin, mezhep olma kriterlerini taşımamaktadır. Dinî bir örgütlenmenin
mezhep kabul edilebilmesi için, siyasi ve itikadi konularda sistematik bir
teoloji ve fıkha veya bir nazariyeye sahip olması ve bunun yanı sıra, onu ele
alan temel eserlerin yazılmış olması gerekir. Ayrıca, İslam düşüncesinde siyasi
ve itikadi mezheplerde, her ne kadar Peygamber’e kadar uzanan bir silsile varsa
da, aslâ babadan oğula geçen veya soyda ya da Ocakzadelerde devam eden bir
yetki devri söz konusu değildir. Alevi-Bektaşilik’te ise, dedeler böyle bir
yetkiye sahiptir ve icazetle tayin edilir. İtikadi ve siyasi mezheplerin lideri,
bir başkası tarafından icazetle tayin edilmez. Sadece Şia’da imamlar bir
sonraki imamı teyin ederler. Onların sayısı ise, 7 veya 12 ile sınırlandırılmış
olup, tamamen siyasi yetkinin devri söz konusudur. Diğer taraftan, İslam
mezhepleri arasında soya bağlı bir mezhep yoktur. İsteyen istediği mezhebe
girer ve çıkar. Halbuki Alevilik soyda devam eder. Anne ve babası Alevi olmayan
Aleviliğe giremez. Bektaşilik’te de, ancak uzun törenlerden geçtikten sonra
tarikata girmek mümkündür. Alevi-Bektaşiliğin bu özellikleri, onların mezhep
olmadığını açıkça göstermektedir.
Alevi-Bektaşiliğin
niteliği ile ilgili ileri sürülen, bunun laik ve ulusal demokratik bir inanç
sistemi olduğu tezi tartışmaya açık bir tezdir. Alevi-Bektaşilik, toplumsal
yapı itibarıyla kapalı bir toplum yapısına sahiptir. Başka bir deyişle,
sırri/gizemli inanç topluluklarındandır. Bu gibi topluluklarda, “ser ver sır
verme/başını ver sırrını verme” anlayışı hakimdir. Alevi-Bektaşi geleneği,
Ocakzade, Ehl-i Beyt karizmasına dayanmaktadır. Ayrıca, Alevilik soyda devam
etmektedir. Bütün bu özellikler, Aleviliğin modernleşmesinin,
demokratikleşmesinin ve laikleşmesinin önündeki önemli engellerdir. Aslında,
hiçbir mezhep, tabiatı gereği laik olamaz.[23]
Diyanet’te
Alevileri kimin temsil edeceği konusu da, oldukça problemlidir. Günümüzde
Alevi-Bektaşi topluluklar arasında, Ocakzade Dedeler koluna bağlı olarak
yaşayanlar, Dedegan (Çelebiler) koluna bağlı olarak yaşayanlar, Babagan
(Babalar) koluna bağlı olarak yaşayanlar ve hiçbir dinî öğreticiye bağlı
olmadan yaşayanlar vardır. Dedegan/Çelebiler kolunun bugünkü postnişini
Veliyettin Ulusoy, Babagan/Babalar kolunun postnişini ise Haydar Ercan’dır. Diyanet’te
Alevileri kimin temsil edeceği konusunda asıl problem, şu ânda Türkiye’de ve
yurtdışında örgütlenmiş vakıf ve dernekler arasında yaşanmaktadır. Çünkü bu
dernekler arasında Aleviliği, Alisiz Alevilik olarak, İslam’ın dışında bir din
olarak, Marksizm olarak, Kürtlerin dini olarak, Ehl-i Beyt Aleviliği, yani
Şiilik olarak gören ve Aleviliği sadece kendisinin temsil edebileceğine inanan
birbirinden tamamen farklı ve bazen de birbirine zıt anlayışlar hakimdir. Şu
ânda Alevilik-Bektaşilik, Ehli-Beyt çevresi tarafından Şiileştirilmek,
misyonerler tarafından Hıristiyanlaştırılmak, Bahailer tarafından
Bahaileştirilmek, ateistler tarafından dinsizleştirilmek tehlikesiyle karşı
karşıyadır.[24]
Şehir Bektaşiliğinin yüksek düzeydeki kültürü buna mukavemet edebilirse de,
geleneksel yapısı çözülmüş Kırsal Aleviliğin ciddi bir tehditle karşı karşıya
olduğu kanaatindeyim. Bu kadar farklı anlayışın Diyanet’te tek bir kişiyle veya
tek bir masayla temsili mümkün olmadığı gibi, bu anlayış sahiplerinin birçoğu
böyle bir temsile zaten karşıdır.
3.2.
Cemevlerinin Dinî, Sosyal ve Yasal Statüsünün Belirsizliği
Her tarikatta olduğu
gibi, Alevilik-Bektaşiliğin de, kendine has ayin ve erkanları vardır. Bunlara
teknik anlamda ayin-i cem denir. E. Ruhi Fığlalı’nın açıkladığı şekliyle, bu
kelimelerin anlamları şöyledir: Farsça bir kelime olan ayin, “âdet, görenek,
kanun, töre ve aynı zamanda usûl ve ibadet tarzı” anlamlarına gelir. Arapça bir
kelime olan cem, “toplanmak, topluluk, toplantı, cemiyet” demektir. Ayin-i cem
“toplantı töresi, cem âdeti, cem töreni, bir araya gelme yolu” anlamına gelir.[25]
Bu ayinlerin, görgü cemi, Abdal Musa birlik cemi, Hızır cemi, aşure cemi,
Sultan Nevruz cemi, kısa cem ve muhabbet cemi, ikrar verme cemi, musahip cemi,
Kerbelâ ayini, koldan kopan erkanı, dardan indirme erkanı, baş okutma erkanı ve
daha pek çok çeşidi vardır. Gerçekleştiriliş tarzlarına, katılanlarda aranan
niteliklere, yapılış zamanlarına göre birbirinden farklıdırlar. Ayrıca,
bunların yapıldığı yerler için, cemevi şeklinde bir kavramlaştırma da söz
konusu değildir. Bazen bu ayinlerin yapıldığı yerler, hak meydanı, meydan
odası, meydan evi, mihman evi, kırklar evi, erenler meydanı, kırklar meydanı, ibadet
meydanı, niyaz meclisi ve benzeri adlarla bilinmektedir.[26]
Şehir Bektaşilerinde ve yerleşik hayata geçen Kızılbaş Alevilerin yaşadıkları
bazı köylerde, bu ayinler dergah, tekke ve zaviyelerde yapılırdı. Tekkesi,
zaviyesi ve dergahı olmayan köylerde, bu ayin ve erkanlar için özel mekanlar
olmadığı gibi, belirli gün ve gecelerde periyodik olarak da yapılmıyordu.
Alevi-Bektaşiliğin tarihinde, on iki hizmetin verildiği cemler, şehirde
dergahta, köyde ise, kış aylarında muhiplerden birisinin evinde yapılırdı.
Dolayısıyla, dergah, tekke ve zaviyelerin dışında, şehirlerde veya köylerde
‘cemevi’ adıyla kurumsallaşmış özel binaların olduğu ve bunun da camiye alternatif
birer ibadethane oldukları iddiası, tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır.[27]
Çünkü Alevi-Bektaşi büyükleri ve Horasan Erenleri olarak bilinen Hacı Bektaş
Veli, Koyun Baba, Abdal Musa, Hasan Dede, Geyikli Baba, Karaca Ahmet, Şahkulu
Sultan, Saru Saltık ve Gülbaba’nın türbe ve tekkelerinin hemen yanıbaşında
günümüze kadar uluşan camiler ve Alevi köylerindeki tarihî camiler, Alevi-Bektaşisi
ve Sünnisiyle bütün Müslümanların ortak mabedinin cami olduğunun kesin
belgeleridir. İslam tarihinin hiçbir döneminde, kendisini İslam içerisinde
görüp de camiye karşı çıkan ya da camiye alternatif başka bir ibadethane kuran
bir mezhep ve tarikat olmamıştır.
Bugün
sayıları her gün artmakta olan cemevlerinden bazılarının, Alevi-Bektaşiliğin
tarikat ayin ve erkanlarının/cem ayinlerinin yapıldığı ve samimi Alevi
Müslümanların dinî ihtiyaçlarının karşılandığı yerler olmaktan çok, ideolojik
propoganda faaliyetleri yapılan merkezler veya siyasi lokaller hâline dönüştüğü
görülmektedir.
Bu durum,
saf ve samimi niyetli Alevi-Bektaşi Müslümanları rahatsız etmektedir. Özellikle
her yere veya her vakıf/dernek çatısı altında cemevlerinin açılmasında,
Aleviliğin siyasallaştırılmasına, devletten destek almaya ve Aleviliğin
devletleştirilmesine yönelik bir amaçın bulunduğu söylenmektedir. Bütün bunlar,
kurumun dinî, sosyal ve yasal statüsünün ne olduğu tartışmasını gündeme
getirmektedir.
Bazı
Alevi-Bektaşiler, dinî statüsüyle ilgili olarak, bu kurumun camiye bir
alternatif olmadığını, birer kültür evi olduğunu söylerken[28],
bazıları ise, tarihî gerçekleri çarpıtarak, camiye alternatif bir ibadethane
olarak takdim etmektedir. Bir dinin birbirinden farklı isim ve statüyle iki
ayrı mabedinin olmayacağı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu sebeple,
dinî bakımdan buralara verilecek statü, tekke ve zaviyeler statüsüdür. Nitekim
bazı Alevi yazarlar, İstanbul’da Şahkulu ve Karacaahmet’in cemevleri adı
altında eski fonksiyonuna kavuşturulmasını, bizzat eski tekkelerin yeniden
canlandırılması olarak değerlendirmektedirler.[29]
Bu tür
kurumlar, tekke ve zaviyeler kanunu ile kapatılmış olduğundan, öncelikle, yasal
bakımdan problemlidir. Bu mekanların tekke ve zaviye adıyla değil de, dergah ve
cemevi adıyla açılması, yasalardaki yasak kapsamına girmemek ve yasal
koğuşturmaya uğramamak amacına matuftur. Bu statüyle DİB’nda temsil edilmeden
önce, tarikat evlerinin yasallaştırılması gerekir. Çünkü şu ânda cemevleri,
hukuki olarak, dernek veya vakıf faaliyetleri çerçevesinde açılmaktadır. Bu
statüsüyle DİB’nın buralara maddi yardımda bulunmasını veya dedelerden görevli
tayin etmesini talep etmek makul değildir. Zira, DİB’nın buraları denetleme ve
idare etme yetkisi yoktur. Zaten böyle bir yetki verilse bile, siyasal ve ideolojik
kullanımlardan kurtarılmadıkça, ne kadar denetlebileceği ayrı bir tartışmadır.
3.3. Siyasal ve
İdeolojik Alevi-Bektaşilik Tartışmaları
Çok partili döneme
geçişi takip eden yıllarda, Alevilerin belli bir partiye eğilim
göstermelerinin, bireysel veya sınıfsal görüşlerden mi kaynaklandığı, yoksa
Alevi kimliğine göre mi şekillendiği konusu açık değildir.[30]
Ancak bilinen bir şey var ki, 1960’lı yıllardan itibaren Alevi çevreler,
özellikle genç kesimler, sol ideolojiyle tanışmış ve sol siyasi tercihlere
yönelmişler; hatta Alevi kimlikten çok solcu veya sosyalist kimliği tercih eder
olmuşlardır. Ekim 1966’da kurulan ve Alevi kesimlerinin siyasal sözcülüğünü
yapan Türkiye Birlik Partisi’yle birlikte, Alevilik, siyasallaştırılma sürecine
girdi. Bu durum, 1970’li yıllarda da devam etti. 1980’li yıllardan itibaren
Alevilik’te yeni bilinçlenme ve örgütlenme dönemi başladı. Bütün bunlara
rağmen, 1990’lı yılların başlarında, “SHP ilçe teşkilatlarında ortalamanının
üstünde bir örgütlenme düzeyi”[31]
yakaladılar. Hâlâ sol siyasi partiler, Aleviler için bir cazibe merkezi
durumundadır. Bugün siyasallaştırılmış Alevilik sol eksenlidir. Bazı Alevi
kesimler, Aleviliğin siyasallaştırılmasından rahatsızdırlar. Diğer taraftan,
bazı Alevi yazarlar, Marksist ve ideolojik bir yaklaşımla, Aleviliği dinî bir
zümreleşmeden çok “toplumsal bir başkaldırının ideolojisi” olarak algılamaktadır.[32]
Sol ideolojiyi benimsemiş, başta Pir Sultan Abdal Dernekleri olmak üzere, pek
çok Alevi vakıf ve dernek, DİB’nın kaldırılmasını, bu yüzden talep etmektedir.
İdeolojik manipülasyon altında bulunan Alevilik, Marksizmle ve daha genel
anlamda ateizmle hesaplaşmak ve kendi otantik kimliğini ve İslam’daki yerini
belirlemek zorundadır.[33]
3.4. İstenilen
Dinî Hizmetlerin Gerçekçi Olmaması ve Temsili
Gerektirmemesi
Alevi-Bektaşi
çevrelerin özellikle talep ettikleri hizmetler şunlardır:
1. Alevi
kültür dairesinin kurulması.
2. Eski ve
yeni Alevi şair ve düşünürlerinin kitaplarının bastırılması.
3.
Mezarların anıtlaştırılması.
4. Kültür
Bakanlığı’nca Alevilere yönelik yansız yayınların yapılması.
5. Alevi
kültür merkezleri kurulması.
6. Alevi
enstitü ve üniversitelerin kurulması.
7. Din
derslerinin objektif ve yansız verilmesi.
8.
Alevilerin cenaze işlerini yapacak personel yetiştirilmesi.
9. Aleviler ne istiyorsa o yönde
ibadetgahlarının olması, cemevlerinin yaptırılması ve bu mekanların elektrik ve
su paralarının ödenmesi.
10. Din
hizmetleri için devletin ayırdığı bütçenin ve din hizmetlerine tahsis edilen
kadroların % 30’unun Alevilere tahsis edilmesi.
11.
Muharrem ayında 10-15 gün boyunca Peygamber ve soyuna yapılanları anlatan
programlar düzenlenmesi.
12. Hutbe
ve vaazlarda Aleviliğin işlenmesi[34].
İlk altı maddede belirtilen talepler, DİB’nın
kanunla belirlenen hizmet alanlarına girmemektedir ve gerçekçi talepler
değildir. Çünkü devletin izin verdiği ve desteklediği Sünni kültür daireleri,
Sünni kültür merkezleri, Sünni enstitü ve üniversiteler yoktur. Ayrıca, Kültür
Bakanlığı, Sünni-Alevi olmasına bakmaksızın, Türk kültürünün korunması için,
çok sayıda eser yayımlamakta ve anıt mezarları imar edip korumaktadır. Din
derslerinin yansız verilmesi konusu, MEB’nı ilgilendirmektedir. Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi derslerinde, herhangi bir mezhebin propagandasından çok, dinî
kültür verilmekte ve bu da mezhepler üstü bir yaklaşımla işlenmektedir.[35]
Cenaze
işlerine gelince, köylerde ve kentlerde, Alevi-Bektaşi halk cenaze, nikah,
mevlit ve hatim gibi hizmetlerde DİB’na bağlı cami görevlilerinden
yararlanmaktadır. Yukarıda söylendiği gibi, cemevleri, camiye alternatif bir
kurum değildir. İbadethane olmaktan çok, eskiden tekke ve zaviyelerin
fonksiyonlarını yürüten bir kurum veya kültür evi durumundadır. Bunu birçok
Alevi de böyle görüp, böyle kabul etmektedir. DİB’nın ne cami ne de cemevi
yapmak gibi bir görevi vardır. Camileri devlet değil halk yapar. DİB ise,
buralara imam atar ve kontrolünü üstlenir. Bunu da, kanunda belirtilen görevi
gereği yapar.
DİB’na
devletin ayırdığı bütçenin ve din hizmetlerine tahsis edilen kadroların %
30’nun Alevilere tahsisi talebi de, diğerleri gibi gerçekci bir talep değildir.
Hiçbir kurumda mezheplere göre kadro dağıtılmamakta veya bütçe ayrılmamaktadır.
Diğer taraftan, bu kurum görev verirken, yalnızca, laik devletin kurumlarından
olan İmam-Hatip liseleri veya İlahiyat fakültelerinden mezun olma şartını
koşar. Bu şartlara haiz herkes başvuruda bulunur ve sınavı kazandığı takdirde
görev alır. DİB yetkilileri, bu kurumun çeşitli birimlerinde Alevi
vatandaşların görev yaptığını, çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir.
Son
zamanlarda yapılan sosyolojik çalışmalar, Alevi-Bektaşilerin, Sünniler kadar
olmasa da, DİB’nın hizmetlerinden yararlandıklarını göstermektedir. Ali Aktaş
tarafından Şah Kulu Dergahı’nda Kızılbaş/Alevi-Bektaşi topluluklar üzerinde
yapılan bir ankete göre, ankete katılanların % 12.51’i devamlı, % 22.43’ü ara
sıra oruç tutmakta; % 5.79’u devamlı, % 36.35’i ara sıra kurban kesmekte; %
5.11’i devamlı, % 7.02’si ara sıra namaz kılmakta; % 5.11’i devamlı, % 7.26’sı
ara sıra zekat vermektedir.[36]
Mezhep ayırımı yapılmaksızın, gençlik üzerinde yapılan bir araştırma, gençlerin
% 5.7’sinin devamlı, % 52.7’sinin ara sıra camiye gittiğini; % 14.6’sının
devamlı, % 57.5’nin ara sıra namaz kıldığını göstermektedir.[37]
Bu durum, gerek Alevi, gerekse Sünniler arasında cami merkezli bir dindarlığın
azaldığını, dolayısıyla, DİB’nın cami kanalıyla verdiği hizmetlerden sınırlı
sayıda kişinin yararlandığını göstermektedir.
DİB’nın
Alevilik-Bektaşilikle ilgili en büyük hatası, ciddi bilimsel araştırmalar
yaptırarak, bu insanların dinî ihtiyaçlarını ve sorunlarını tespit etmemesi ve
bu doğrultuda onları dinî konularda aydınlatacak yeterli yayın ve faaliyetlerde
bulunmamasıdır. Yapılan bir ankete göre, saf ve samimi Alevi-Bektaşilerin,
bütün bu ideolojik yönlendirmelere ve ilgisizliğe rağmen, % 10.72’lik bir
kesimi, çocuklarının, anlayacak kadar Kur’an öğrenmelerini istemektedir.[38]
Onlar, her ne kadar bu ihtiyaçlarını karşılayacak kurumun Kur’an Kursları’ndan
çok İmam Hatip liselerini olduğunu düşünüyorlarsa da, herhalde en büyük görev
Diyanet’e düşmektedir. Bu talepler, ilgili kurum tarafından dikkate
alınmalıdır. DİB, dinî öğretimi, camiye hasretme anlayışından vazgeçerek, bu
insanların taleplerine cevap verecek yeni yaklaşımlar ve yollar
geliştirmelidir. Alevi-Bektaşiler, DİB yayınları, hutbe ve vaazlarda kendi
ihtiyaçlarına yönelik bilgilerin verilmemesi konusundaki şikayetlerinde ve
taleplerinde haklıdırlar.
Alevi
çevreler, Diyanet’e ayrılan bütçeden yararlanamadıklarını ve bunun eşitlik
ilkesine aykırı olduğunu iddia etmektedirler. Ayrılan miktar, doğrudan doğruya
Sünni tarikat ve cemaatlere vdeğil, mezhepler üstü bir yaklaşımla kurulmuş
DİB’nın din görevlilerine verilmektedir. Dolayısıyla, bu bütçeden herhangi bir
mezhep adına pay alarak yararlanma değil, kişisel yararlanma söz konusudur. Bu
imkandan, camii bulunan Alevi-Bektaşi köyler de yararlanmakta; imam talepleri
yerine getirilmektedir. Cuma namazlarında, bayram namazlarında ve vakit
namazlarında, Sünniler kadar olmasa da, Aleviler arasında da camiye gidenlerin
bulunduğunu anketler göstermektedir. Hatta anketler, bugün Aleviler arasında
cemevlerinden yararlananların sayısının da çok düşük olduğunu
göstermektedir.
DİB’nın
kaldırılmasını veya Alevilerin de temsil edilmesine imkan tanıyacak şekilde
yeniden yapılandırılmasını isteyen Alevi-Bektaşi çevrelerin, bu kurumdan talep
ettikleri hizmetler dikkatle incelendiğinde, bunların bir kısmının, DİB’nın
görev ve sorumluluk alanını aştığı, diğer bir kısmının da şu ânda verilmekte
olan veya temsil edilmeden verilebilecek ya da gerçekçi olmayan hizmetler
olduğu görülmektedir.
4. DİB’ında
Alevi-Bektaşiliğin Yer Almasının Doğuracağı Sonuçlar
4.1.
Diğer Dinî Gruplara da Aynı Hakların Verilmesi
Türkiye’de
itikadi inanç grupları arasında, Sünni (Maturidi ve Eşari), Şii, Yezidî,
Nusayri; fıkhi ekoller olarak, Hanefi, Şafii ve Caferî; tarikat olarak, Nakşi,
Alevi, Bektaşi, Kadiri, Mevlevi ve Rüfai; cemaat olarak da, Nurcu, Süleymancı,
Işıkcı ve saire pek çok grup bulunmaktadır. Bütün bu mezhep, tarikat ve
cemaatlerin, DİB ile ilgili farklı istek ve beklentileri vardır. Alevi-Bektaşiler
kadar taleplerini yüksek sesle dile getiremeseler de, bu dinî grupların hemen
hemen tamamı, Diyanet’in şu ânki yapısından ve hizmetlerinden şikayetçidirler.
Bu sebeple, sınırlı Alevi-Bektaşi çevrelerin şikayetlerini dikkate alarak
Diyanet hizmetlerini yeniden yapılandırmak, diğer grupların aynı taleple hak
sahibi olmalarını doğurur. 1963 yılında DİB’nın kuruluş ve görevleri hakkında
hazırlanan bir tasarıda, “Mezhepler Müdürlüğü”nün kurulması teklif edilmiş,
fakat bu teklif, “resmen tefrika yolları(nın) açılmış olabil(eceği)”[39]
gerekçesiyle eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Gündeme geldiği her dönemde birçok
siyasetçi ve hukukçu böyle bir ayrıcalığın tek bir dinî gruba verilmesinin
doğuracağı olumsuz sonuçlara dikkat çekmiştir. Cem Vakfı’nın bu konuda
düzenlediği bir sempozyumda 1981 Anayasası’nın baş mimarı Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın
dile getirdiği endişelerin düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim:
Fakat
şunu belirtmek isterim ki, eğer Diyanet İşleri’nde bazı çözüm taraflarının
ileri sürdükleri gibi bir Aleviler dalı yahut branşı, bürosu kurulursa, o zaman
memlekette parçalanmaya gidilir. Bu bir çözüm yolu değildir kesinlikle. Bunu
belirtmek isterim. Çünkü bu şekilde Alevilerin bir bütün teşkil ettiğini ve
Cumhuriyet’in kuruluşundaki basit devlet kavramının, yani bütün vatandaşların
eşdeğerde olduklarını, hepsinin düşünce özgürlüğünden yararlanmak hakkı
bulunduğunu ve hepsinin nasıl Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda eğitim düzeni bir
sisteme girmişse Diyanet İşleri’nde de bunun böyle olmasının gerektiği ve eğer
bölünmelere yol açarsak, bu birliğin bozulmasından ben şahsen endişe ederim.[40]
4.2.
Alevi-Bektaşiliğin Yozlaşması
Alevi-Bektaşiler,
tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla beraber, dinî konularda büyük bilgi boşluğu
yaşadılar. 1930’lu yılların başından itibaren Alevi ve Alevi olmayan
sosyalistler, İslam öncesine kadar uzanan Emevi-Haşimi çekişmesini zengin-fakir
çatışması gibi göstermek ve Ali’yi fakirlerin temsilcisi olarak takdim etmek
suretiyle, Alevileri sosyalist çizgiye çekmek istediler. Türkiye’de 1950’li
yıllardan itibaren kırsal bölgelerden kentlere, büyük göçler yaşandı. Bu
süreçte, gerek Sünniler, gerekse Aleviler, eski geleneksel kimlikleri yerine,
yeni kimlik arayışlarına girdiler. Alevilik, kırsal bölgelerde, ocak ve kol
normlarına göre şekillenmişti. Göç olgusu, köylerdeki sosyal yapının çözülmesi
ve diğer pek çok sosyoekonomik etken, geleneksel Aleviliğin çözülmesine ve
özellikle dedelik kurumunun fonksiyonlarını büyük ölçüde kaybetmesine sebep
oldu. Marksizm ve sol ideolojik tartışmalar, bu çözülme sürecini daha da
hızlandırdı. 1980’li yıllardan itibaren, sosyalizmin çöküşüyle birlikte, bu
ideolojiler bir umut kaynağı olmaktan çıkmış, Alevi-Bektaşiler arasında
geleneksel değerlere dönüş ve dinî/etnik söylemler artmaya başlamıştır. Bu
süreçten sonra, Aleviliğin, geleneksel inançları ve dedelik kurumu bakımından,
Cumhuriyet öncesi dönemdeki otantik yapısına kavuşturulması pek mümkün
görünmemektedir.
1980’li yıllara kadar yaşanan yozlaşma, bugün otantik Aleviliğin keşfinin
önünde hâlâ büyük bir engeldir. Aslında Alevilik-Bektaşilik konusunda yapılacak
her tartışma ve kurumlaşma, beraberinde yeni fikrî yozlaşmaları ve bölünmeleri
getirecektir.
Alevilerin Diyanet’te temsil edilmesi konusu tartışılmaya başlandığında,
farklı itirazlar gelmeye başladı ve bu inanç grubunun, monolitik ve homojen
olmadığı anlaşıldı. Bazı çevreler, böyle bir temsili, Alevilerin
devletleştirilmesi ya da merkezileştirilmesi şeklinde bir tehlike olarak
yorumlarken, bazıları da, Alevileri devlet eliyle Sünnileştirmek ve Aleviyi
Aleviye kırdırmak şeklinde bir komplo olarak değerlendirildi.[41]
Hatta bazı dedeler, devlet desteğiyle yapılan cemevlerine girmeyeceklerini dahi
söylediler. Bu dönemde Semah Kültür Vakfı Kurucu Genel Sekreteri Cafer Özer
Koç, bu temsilin bir yozlaşma olduğunu dile getirdi: “Diyanet İşleri’nde temsil
hakkı istemek, Alevi-Bektaşi inançları açısından hem kendi gelenekleriyle,
inançlarıyla ve hem de laiklikle bağdaşmaz. Aksine Alevi-Bektaşi inancını da
kurallara bağlayarak mistikleştirerek-tutucu kılarak yozlaştırır. Herhalde
Alevi-Bektaşi inancına yapılabilecek en büyük kötülük de bence bu.”[42]
4.3.
DİB’nın Dinî Grupların Mücadele Alanı Hâline Getirilmesi
Dinî
gruplara DİB’nda temsil hakkı verildiğinde, Diyanet’e ayrılan bütçenin hangi
mezhebe, tarikata ve cemaate ne kadar ve hangi kıstasa göre verileceği
tartışmaları başlayacaktır. Bu durumda, DİB, mezhep, tarikat ve dinî
cemaatlerin, maddi menfaat temin etmek için mücadele ettikleri bir kurum hâline
gelecektir. O zaman, her grup kendi mensuplarının sayısına göre, bu bütçeden
yararlanmak isteyecek ve bu da Türkiye’deki bütün insanların dininin,
mezhebinin, meşrebinin ne olduğunu belirleyecek sayımlar yapılmasını
gerektirecektir. Neticede din ve vicdan özgürlüğünün anayasal teminat altına
alındığı laik bir ülkede, insanlar dinî eğilimlerini belirtmek zorunda
bırakılacalardır. Yapılan sayım sonuçlarına göre, bazı mezhep ve tarikatlar
devletten daha çok ekonomik destek alacaklar ve daha fazla güçlenerek baskı
unsuru hâline geleceklerdir. Ayrıca, bütün dinî gruplar, daha fazla destek
alabilmek için daha fazla taraftar toplama ve siyasi destek bulma yarışına ve
rakabetine gireceklerdir. Böylece, dinî gruplar daha çok siyasallaşacak ve
ticarileşeceklerdir. Diğer taraftan, her dinî grup, bulunduğu bölgede kendine
ait camiler, tekkeler, zaviyeler veya cemevleri açacaktır. Bütün bunlar, çoğunluğu
müslüman olan ülkemizde, mezhepler ve tarikatlar arası mücadele ve kavgaların
başgöstermesine sebep olacaktır. Hatta şimdiden Alevi-Bektaşiler ve Sünnilerin
nüfusu için hiçbir bilimsel temele dayanmayan ve tamamen indî değerlendirmelere
dayalı oldukça abartılı rakamlar ileri sürülmektedir. Örneğin, bazı Alevi
yazarlar, Türkiye nüfusunun üçte birinin Alevi olduğunu iddia etmekte veya 15
milyondan başlayarak 30 milyona kadar çıkan rakamlar vermektedirler.[43]
Sonuç
Günümüzde
yaşanan küreselleşme olgusu, sanayileşme, teknolojik ilerlemeler, eğitimin
yaygınlaşması, ekonomik gelişmeler ve diğer etkenler, mezheplerin, tarikatların
ve dinî grupların geleneksel yapısında çözülmelere, din ve dünya görüşlerini
gözden geçirmelerine sebep olmuştur. Türkiye’de yaşanan sekülerleşme süreci ve
kırsal alandan büyük kentlere olan göç, dinî grupların kendi aralarındaki ve
diğer gruplarla olan ilişkilerini köklü bir şekilde etkilemekle kalmamış,
farklı mezhep ve meşrepteki insanların sosyal, siyasi ve kamusal alanda
birlikte yaşayacakları yeni alanlar ortaya çıkarmıştır. Artık doktrin merkezli
din anlayışları, günümüz insanını tatmin etmemektedir. İnananlar, daha
özgürlükçü ve mezhepler üstü/gruplar üstü bir din anlayışına yönelmektedirler.
Geçmişteki cemaat dindarlığının aksine “bireyselleşmiş dindarlık” ön plana
çıkmaya başlamıştır. Geleneksel bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere
üretilen din anlayışları, günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap verememektedir.
Hıristiyan Batı toplumları, doktrin merkezli din anlayışlarının olumsuz
etkileri sebebiyle, mezhepler üstü eğitim modelleri geliştirmeye
çalışmaktadırlar. Bunu başarabilmek için, hareket noktası olarak İncil’i ve
İsa’ya imanı almaktadırlar. Bugün Müslümanlar da, mezhep taassubu ve
kavgalarından yorgun düşmüştür. İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve
Peygamber’in Sünneti’ne dönerek, İslam’ı mezhepler üstü bir bakış açısıyla
yeniden anlamaya çalışmak durumundadır. Gerek Aleviler gerekse Sünniler
üzerinde bu konuda yapılan araştırmalar, her iki kesimin üzerinde ittifak
ettiği iki temel esasın, Kur’an ve Hz. Peygamber olduğunu açıkca
göstermektedir.
Ayrıca, yapılan sosyolojik, antropolojik ve dinî araştırmalar, toplumu
birbirine düşüren geleneksel anlayışların, hem Aleviler hem de Sünniler
tarafından terkedilmek istendiğini göstermektedir. Her iki taraf da barışı
istemektedir. İkisinin de birbirinden öğreneceği dinî ve kültürel değerler
vardır. Her iki taraf da, kendi anlayışlarını sorgulamak, değişime ve diyaloğa
açık hâle gelmek durumundadır. Bu, Alevinin Sünnileştirilmesi veya Sünninin
Alevileştirilmesi olarak aslâ algılanmamalıdır. Tarihte olmuş ve 1400 yıl
geride kalmış, iki Arap kabilesi Emeviler ve Haşimiler arasındaki olaylarla,
hiçbirimizin alâkası yoktur. Bu olayların sorumlusu da mağduru da bizler
değiliz. Müslümanım diyen herkes –Alevi veya Sünni–, sadece kendi
yaptıklarından sorumludur.
DİB, bütün bu süreçleri yaşayan toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde
yeniden yapılandırılmalıdır. Ama bu kurum mutlaka siyasi otoritenin nüfuzundan
kurtarılarak özerk bir idari yapıya kavuşturulmalı ve istihdam niteliği
korunarak, mezhepler üstü bir konuma getirilmelidir. Ayrıca, bu kurum, bilimsel
bilgi üreten İlahiyat fakülteleriyle işbirliğine müsait bir yapıya
kavuşturulmalıdır. Böylece, Diyanet, bu kurumlar tarafından üretilen yeni
yorumlar ve anlayışlardan, günümüz insanının dinî ihtiyaçlarını karşılamak için
yararlanan ve her kesimden insanın müracaat edebileceği bir kurum hâline
gelecektir. Artık bu konunun tartışılması ve model konusunda projelerin
üretelmesi gerekmektedir.
[1] İştar Gözaydın, “Türkiye’de Din Devlet İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi”, Din-Devlet İlişkileri ve Türkiye’de Din Hizmetlerinin Yeniden Yapılanması Uluslararası Sempozyumu, İstanbul 1998, s. 195. Bu üç görüşün felsefi ve hukuki temellendirmeleri hakkında geniş bilgi için bkz. İştar B. Tarhanlı, Müslüman Toplum Laik Devlet, Afa Yayıncılık, İstanbul 1993, s. 167-178.
[2] Geniş bilgi için bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Din-Devlet İlişkileri, Muğla 1997, s. 16 vd.
[3] Krş. Sıddık Sami Onar, İdare Hukukunun Umumi Esasları, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul 1966 (3. basım), II. 722-723.
[4] Bkz. “Cem’in Diyanet Bildirisi”, Cem Dergisi 1 (1992), sayı: 8, s. 10.
[5] Cemal Şener, Yaşayan Alevilik, Ant Yayınları, İstanbul 1996 (4. baskı), s. 189.
[6] Din-Devlet İlişkileri Uluslararası Sempozyumu, s. 211.
[7] Cem Vakfı Çalışmaları ve Vakıf Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın Görüş ve Düşünceleri, Cem Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, s. 232, 245, 253,
[8] Geniş bilgi için bkz. Günümüz Aleviliği, İSAM Yayınları, İstanbul 1997, s. 18-23.
[9] Bu örgütlerin konuyla ilgili görüşleri hakkında geniş bilgi için bkz. Üzüm, s. 130-132.
[10] Üzüm, s. 130.
[11] Şener, Yaşayan Alevilik, s. 51. Buna paralel görüşler için bkz. Şener, Yaşayan Alevilik, s. 89; Cem Dergisi 1 (1992), sayı 8, s. 12.
[12] Şener, Yaşayan Alevilik, s. 111.
[13] Muharrem Naci Orhan, “Politikacıların Alevi-Sünni Kışkırtmasının Önüne Geçebilmek İçin Ağır Müyyideler Getirilmelidir”, Türk Yurdu (Alevilik Özel Sayısı) 14 (1994), sayı: 88, s. 67.
[14] Hüseyin Bal, Alevi
Bektaşi Köylerinde Toplumsal Kurumlar, Ant Yayınları, İstanbul 1997, s.
175.
[15] T.C.
Anayasası, Seçkin Yayınevi, Ankara 1998, s. 46. Ayrıca devletin
tarafsızlığı demek “inansın inanmasın herkese, her dine, her cemaate eşit
mesafede bulunması ve dolayısıyla hiç kimse, hiçbir din ve hiçbir cemaat arasında
herhangi bir ayırım ya da tercih yapmaması demektir. Salih Akdemir, Kur’an
ve Laiklik, Form Yayınları, İstanbul 2000, s. 99.
[16] “Alevilerle Sünniler
Arasında Fark Gözetmiyoruz”, Cumhuriyet, 10 Mart 1990, s. 6.
[17] Türkiye’de Din Toplum ve Siyaset, TESEV: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı Yayını, s. 42.
[18] Ali Aktaş, “Kent Ortamında Alevilerin Kendilerini Tanımlama Biçimleri ve İnanç Ritüellerini Uygulama Sıklıklarının Sosyolojik Açıdan Değerlendirilmesi”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri (22-24 Ekim 1998), s. 462 (Tablo: 15). Aynı konuda yapılan ve daha karmaşık sonuçlar alınan bir başka anket için bkz. Bal, Alevi Bektaşi Köylerinde Toplumsal Kurumlar, s. 173 (Tablo: 34).
[19] Semah Kültür Vakfı aleyhinde bu konuda açılan dava ve Vakıf yöneticilerin ilginç savunmaları için bkz. Pehlivan, Aleviler ve Diyanet, s. 176 vd.
[20] Ethem Ruhi Fığlalı,
“Alevilik Bektaşilik Üzerine”, Türk Yurdu (Alevilik Özel Sayısı) 14
(1994), sayı: 88, s. 6.
[21] Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, Selçuk Yayınları, Ankara 1990, s. 9.
[22] Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik, İstanbul 1977, s. 52.
[23] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, İstanbul 1999 (3. baskı), s. 211-212.
[24] Bu konuda bkz. Hasan Onat, “Değişim Sürecinde Alevilik”, Köprü Dergisi (Alevilik Özel Sayısı) 62 (1998), s. 82-87; Süleyman Hayri Bolay, “Günümüz Türkiyesi’nde Aleviliğin ve Bektaşiliğin Başlıca Problemleri Üzerine Bir Deneme”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 13 (2000), s. 137-153.
[25] Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, s. 327.
[26] Bedri Noyan, “Cem Evi (Meydan) ve Cami”, Cem IV (Eylül 1994), sayı: 40, s. 4; Fığlalı, s. 371.
[27] Krş. Üzüm, 37; Hasan Onat, “Alevilik-Bektaşilik Üzerine Söyleşi”, Türk Yurdu (Alevilik Özel Sayısı) 14 (1994), sayı: 88, s. 40.
[28] Süleyman Sarıtaş, “Cemevi Camiye Karşılık Düşünülemez”, Türk Yurdu ( Alevilik Özel Sayısı) 14 (1994), sayı: 88, s. 20; Bedri Noyan, “Bektaşi ve Alevi Konusunda Bir Gezinti”, Türk Yurdu (Alevilik Özel Sayısı) 14 (1994), sayı: 88, s. 38; Cemal Şahin, “Ben de Aleviyim Ama Alevileri Bir Avuç Marksist’in Tekelinden Kurtarmak Lazım”, Türk Yurdu (Alevilik Özel Sayısı) 14 (1994), sayı: 88, s. 54;
[29] Bozkurt, Aleviliğin Toplumsal Boyutları, İstanbul 1990, s. 149.
[30] Harald Schüler, Türkiye’de Sosyal Demokrasi Particilik Hemşehrilik Alevilik, çev. Yılmaz Tombul, İstanbul 1999, s. 161.
[31] Schüler, s. 180.
[32] Bkz. Cemal Şener, Alevilik Olayı: Toplumsal Bir Başkaldırının Kısa Tarihçesi, Yön Yayınları, İstanbul 1990; Atilla Özkırımlı, Toplumsal Bir Başkaldırının İdeolojisi: Alevilik, Bektaşilik, Cem Yayınevi, İstanbul 1990.
[33] Bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, s. 235.
[34] Battal Pehlivan, Aleviler ve Diyanet, Pencere Yayınları, İstanbul 1995, s. 25-26; 29-30.
[35] T.C. Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi 63 (Ekim 2000), sayı: 2517, s. 914 vd.
[36] Bkz. “Kent Ortamında Alevilerin Kendilerini Tanımlama Biçimleri ve İnanç Ritüellerini Uygulama Sıklıklarının Sosyolojik Açıdan değerlendirilmesi”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri (22-24 Ekim 1998), s. 467.
[37] Türk Gençliği 98 Suskun Kitle Büyüteç Altında, Konrad Adenauer Vakfı Yayını, s. 98 (Tablo: 118).
[38] Aktaş, agm., s. 474 (Tablo: 33).
[39] Vehbi Bilimler, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanun Tasarısı Hakkında Mütalaa, Sönmez Neşriyat ve Matbaacılık A.Ş. Matbaası, İstanbul 1963, s. 5; Tarhanlı, s. 179.
[40] “Din Hizmetlerinin Yeniden Yapılandırılması”, Din-Devlet İlişkileri ve Türkiye’de Din Hizmetlerinin Yeniden Yapılandırılması Sempozyumu Kitapçığı, s. 193.
[41] Bkz. Pehlivan, Aleviler ve Diyanet, s. 15-16, 34, 43, 89.
[42] Pehlivan, Aleviler ve Diyanet, s. 41.
[43] Bkz. Rıza Zelyut, Aleviler
Ne Yapmalı?, İstanbul 1993, s. 9; Hamit Baldemir, Din ve Alevilik
Üzerine, İstanbul 1994, s. 143; Cem Vakfı Çalışmaları ve Vakıf Genel Başkanı
İzzettin Doğan’ın Görüş ve Düşünceleri, s. 133, 197, 203, 206, 245, 281.