• Prof. Dr. Sönmez Kutlu
    • Prof. Dr. Sönmez Kutlu

Üyelik Girişi
Başlıklar
Site Haritası
Onat Kitaplığı
   

Hasan Onat Kitaplığı
Hazırlayan Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Sorularla İslam Mezhepleri
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İslam Bilimlerinde Yöntem
 Prof. Dr. Hasan Onat
  Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Din Anlayışımız Üzerine Denemeler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Osman Aydınlı



Küreselleşme Din ve Terör
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Alevilik Kızılbaşlık Bekataşilik
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu ve Prof. Dr. Ömer Faruk Teber


Din İnsan ve Anlam Arayışı
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Betül Yurtalan


Aforizmalar
Toprak Tohum ve Kökler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Fatıma Nur Demir


İslam'ın Akılcı Yorumu
Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu 

İMAM MÂTURÎDÎ, AHMET YESEVİ VE YUNUS EMRE’DE ORTAK DEĞERLER: İNSAN, AKIL-İLİM VE VATAN

 

Bir toplumun, oldukça köklü değişimler karşısında milli kimliğini kaybetmeden varlığını sürdürebilmesi, dilini korumasına ve geleneksel kültürel değerlerini değişen şart ve ortamlarda koruyabilmesi, gelştirebilmesi ya da güncelleyebilmesiyle mümkün olabilir. Teşkilatçı bir millet olarak Türkler,  Orta Asya’dan Anadolu’ya muhacereti sürecinde yeni karşılaştığı kültürlerden yararlanmasını bilmiş, güçlü kültürü ve İslamî değerlerle bütünleşmesi sayesinde tarihte hep özne olmayı başarmıştır. Bunun arkasında pek çok unsur bulunmakla beraber, asıl unsur kendine özgü kültürel değerlerin oluşturduğu zihniyet birlikteliği ve bunun doğurduğu dini düşüncedeki birlik ve bütünlük anlayışı etkili olmuştur. Türk toplumlarının yetiştirdiği İmam Maturidi, İbn Sina, Farabi, Serahsi, Ahmed Yesevi, Birunî, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve diğer alimlerin ortaya koydukları dinî yorumlar analiz edildiğinde, onların din söylemlerinde ve dünya görüşlerinde örtülü değerler sistemini kendi toplumlarının İslam öncesine uzanan insana saygı, akla güven, özgürlük tutkusu ve vatan sevgisi ve diğer ahlakî değerlerin ouşturduğu açıkça görülecektir. 
Bu teblğimizde insan, akıl, özgürlük ve ilim gibi değerlere sahip Türk toplumun yetiştirdiği bu üç alimin, bu ortak değerleri İslam anlayışlarının merkezine nasıl yerleştirdilerini tahlil etmek istiyorum.
 
1.      TÜRK KÜLTÜRÜNDE  İNSAN, AKIL, İLİM  VE ÖZGÜRLÜK (DEVLET-VATAN) FİKRİNE KISA BİR BAKIŞ 
 
Her milletin kendine özgü bir evren tasavvuru vardır. İnsan bu tasavvurun merkezinde yer alır. Bu açıdan bakıldığında her evren tasavvuru, öncelikle insanın ve evrenin varoluşunu, yüce bir varlık veya varlıklarla ilişkisini açıklamaya yönelik bir bilgi kuramı ile işe başlar. Bıçak’ın da vurguladığı gibi, “her evren tasavvuru, ilgili olduğu toplumun, düşünce yapısını, zihniyetini, kurumlarını, geleneklerini ve değerlerini yansıtır.” [1] Toplumların evren tasavvurları, köklü değişimlerin yaşandığı süreçlerde toplumun kendine özgü kimliğinin korunmasında veya yeniden inşasında önemli rol oynar.
Türklerin evren tasavvuruda, Tanrı, dünya, devlet ve insan onun temel unsurlarını oluşturur. Devlet anlayışı, bir toplumun özgürlük tutkusu ve vatan duygusunun teşkilatlı bir yapıya dönüşmesiyle oluşur. Türk evren tasavvurunda güçlü, yüce, ezelî ve ebedî bir varlık olan Tanrı, yeryüzü ve gökyüzü ile insanın yaratıcısı olarak öne çıkar. Önce gök, sonra yer ve en sonra da insan yaratılmıştır. (Kül Tigin Yazıtı, D 1) Göktürk yazıtlarında,  bu yaratılış, "Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğulları yaratılmıştır." şeklinde belirtilmiştir. (Kül Tigin,Yazıtı, D1; Kül Tigin Yazıtı, G1) Toplumun devlet kurması, kağanların işbaşına gelmesi ve insanların mutluluğu tanrının tasarrufu altındadır. Geleneksel Türk inancında Tanrı, tekdir ve bütün insanların tanrısıdır. Tanrı, insanlarla yakın ilşki içerisindedir ve kendini insanlara dolaylı yollarla gösterir. İnsanlar, Tanrıdan gelen kutun ilkelerine göre hareket ederse, hayatı iyileşir ve bu kutla padişah olurlar. Akıl da Tanrı’nın insana verdiği bir kutudur. Kağanlar, insanları idare ederken aklını kullanırsa toplum iyi olur, aklını kullanmazsa toplum yok olmakla karşı karşıya kalır.[2] Türklerdeki evren tasavvurunda, insanın yaratıcı Tanrı’ya ve topluma karşı olmak üzere iki sorumluluk alanı vardır. Topluma karşı yükümlülüklerini yerine getiren Tanrı’ya karşı sorumluluklarını da yerine getirmiş olur. İki alanla ilgili sorumluluklarını yerine getirmeyen, hem tanrı hem de toplum tarafından cazalandırılır.[3]         
Türk evren tasavvurunda, insan, diğer varlıklar arasında Tanrı tarafından verilen akıl  ile öne çıkar. Tonyukuk Abidesi’nde “Ondan sonra Gök tengri Akıl verdiği için ben (onu) Kağan yaptım.”[4] ifadesinden de anlaşılacağı gibi, insanın sahip olduğu bu akıl, ilâhî kaynaklı bir akıldır. Devlet işlerinin düzgün gitmesi ve toplumun mutluluğu için, işlerin Tanrı’dan bir kut/lütuf olarak verilen akılla düzenlenmesi gerekir. Orhun Abidelerinde Bilge Kağan Yazıtı’nda aklın siyasette hakim olması ve işlerini akılla yürütmeleri  şöyle ifade edilir:  “… akıllı kağanlar imiş. Beyleri de halkları da düz imiş. … Akılsız kağan kağanlık eder imiş, kumandanı da akılsız imiş, kötü olur imiş. … Türk!  Aklına gel! itaatsizliğinden akıllı kağana ve gelişmiş ülkene kendin yanlışlık yaptın.”[5]
Türk kültüründe insana ve akla büyük bir güven vardır. Bu sebeple Türk atasözlerinde Orhun Abidelerinde olduğu gibi, akıl küçümsenmez ve eleştirilmez; aksine övülür ve işlerin akla danışarak yütütülmesi istenir. Bu konuda günümüzde hala kullanılmaya devam eden pek çok atasözü ve deyim bulunmaktadır. Türkçe’nin diliçi dünya görüşünde Örneğin “Akıl Allah  vergisidir”; “akıl, akıldan üstündür.”; “Akıl için tarîk (yol) birdir.”; “Akıl kimde ise devlet odadır.”; “Akıl kişiye sermayedir.”; “ Akıl olmayınca ne yapsın sakal.”;  “Akıl dışı, akılsız işi”; “Akıllı düşman akılsız  dosttan  yeğdir.” ”Herkesin  aklı   bir  olsa  koyuna  çoban  bulunmaz.”, “Akıl, akıldan  üstündür, tâa  Arşa  kadar.”, “Bir  senden  büyüğü, bir  senden küçüğü  dinle!...”, “Her  tarladan  bir nakil, her   adamdan  bir  akıl.”,”Akıl yaşta  değil , baştadır.”[6] Akıl ile bazı deyimler ise şunlardır: “akıl danışmak, akıl hocası, akıl sır ermemek, aklı başına gelmek, aklı başında, aklı başından gitmek, aklı çıkmak, aklı karışmak, aklına gelen başına gelmek, aklına gelmek, aklından geçirmek, aklından zoru olmak aklını başından almak, aklını çelmek, aklını peynir ekmekle yemek”[7]. Türkçe’deki atasözleri ve deyimlerden hareketle, Türklerin diliçi dünya görüşünde akıl doğruya ve iyiye yönelten, yanlıştan koruyan bir rehberdir.
Türk kültüründe akla ve bilgiye atfedilen değer İslamî dönemde de edebî eserlerde işlenmeye devam etmiştir. Yusuf Has Hacib’in dünya ve ahrette insanı sadete kavuşturacak ve mutlu kılacak bilgileri bir araya getirmek için kaleme aldığı Kutadgu Bilig adlı eseri, Türklerde akıl tasavvrunu ve ilme verilen değeri ifade eden pek çok sözü içermektedir.  Yusuf Has Hacib, aklı, atın ayaklarına bağlanan “bukağı”ya benzetmektedir. Nasıl ki bukağı atın yolunu şaşırmasını engelliyorsa ve kurallara göre hareket etmesini sağlıyorsa, akıl da insanın iyiliğe yönelmesini sağlıyor; doğruluktan şaşmasını ve istenmeyen hallerle karşılaşmasını engelliyor.
Yusuf Has Hacib, bu eserinde mutluluğun elde edilmesini dört kişi arasındaki ikişerli diyalogarla işler. Bu dört kişiden Kün-toğdı (Gündoğdu), hükümdardır, doğru yasayı temsil eder. Ay-toldı(Aydoldu), başbakandır/vezirdir, devleti ve mutluluğu temsil eder. Ögdülmiş (Öğdülmüş) başbakanın oğludur, aklı temsil eder. Odgurmış (Odgurmuş) ise, Öğdülmüş’ün kendisini ahirete adamış zahid bir akrabasıdır, akıbeti ve kanaati temsil eder. Odgurmuş, Uygurca’da düşünerek ve akıl yürüterek gerçeği bulmak demektir.[8] Türk evren tasavvurunda iç içe geçmiş insan, akıl, bilgi/ilim ve özgürlük (devlet ve vatan) gibi değerler, İslamî Türk edebiyatının şaheserlerinden olan Kutadgu Bilig’de, yoğun bir şekilde işlenmektedir. İmam Mâturîdî, Ahmet Yesevî ve Yunus Emre’de bu değerlerin yansımalarını daha iyi anlayabilmek için  Kutadgu Bilig’den bazı parçaları aynen vermek istiyorum:   
“Allah insanı yarattı, seçti va yükseltti. Ona bilgi, akıl, anlayış verdi; gönül verdi, dil verdi, güzellikler bağışladı. Bilgi sayesinde insan bugününe yükseldi, anlayışla güçlükleri yendi. Allah kime akıl ve bilgi verirse o, sayısız iyiliğe el atar. Bilgiyi büyük, anlayışı ulu say. Bu iki özellik seçkin kulları daha da seçkin ve yüksek yapar.”[9]
“Başkasının emeğini takdir etmeyen kişi tam anlamı ile bir öküzdür. Yürü, insanlık yap; insanlara karşı insanlık yap. İnsana bu ad, yaptığı insanlık yüzünden verilmiştir. İnsanlık yapmayan insan değildir. Şekil ve görünüşte insan gibi olsa bile hayvan gibi davranana insan denebilir mi?” [10]
 “Onun için akıl, bilginin ve kılgının (eylemin) temelidir. İdareciler akıllı olmak, akıl danışmak ve aklını iyi kullanmak zorundadır.”
 “Bilgi, karanlık gecelerin aydınlatıcısı olan kandile benzer. Bilgi, sana aydınlık veren bir ışıktır. Akıl yüceltir, bilgi büyütür. İnsan her ikisi sayesinde saygı görür. Bütün saygı ve itibar akıl içindir. İnsandan aklı artınca bir avuç çamur kalır. Deliye caza yoktur. Neden dersen o akılsızdır. İnsanın insanlığı akıl ile tayin edilir. Akıllı olan asalet kaznır. Bilgili olan mevki kazanır. Yağız yeryüzünde insanoğlu el attığı her şeye bilgisi ile ulaşabildi. Yöneticiler de ülkelerini bilgi ile kurarlar. En çok beğenilen işler akıllıca yapıldığı için takdir edilmiştir. Aklın azını küçümseme, yararı çoktur; bilginin azını küçümseme, o nadiren ele geçen bir güçtür.” [11]
“Akıllı insana aklı yeterli bir eştir. Akıl senin için iyi bir arkadaş, bilgi de çok merhemetli bir kardeşir. Bilene bilgisi yeterli bir geçimliktir. Bilgisizin düşmanı kendi bildikleri ve yaptıklarıdır. Onun başka bir düşmana ihtiyacı var mı? Bu ikisi yeter. Bilgisizin yaptıkları onun için kötü bir arkadaştır. Bilgisiz kişiye bilgisiz sıfatı yeterli bir hakarettir.  Bilgili bey, öfkeyi kndinden uzak tut. Hiddetlenmede kendie iyi ad kazanmaya bak. Öfke ile yapılan işten her zaman pişmanlık doğar. Hiddetlenen insan her zaman işinde yanılır. Öfke ve gazap insana zarar veriri, beden acı çeker. Öfke insanın aklını baştan alır. Hiddet bilgisini yitirir. Kişiye sükunet gerek, yumuşaklık gerek. Yöneticilere de parlak bir gelecek için sabır, yumuşak huy, nezaket, akıl ve bilgi gerekir.”[12]
 “Allah insanı yaratırken akıl ve gönül bağışlar. Bunlar doğan çocuk için tam bir sermayedir. Çocuk büyüdükçe diğer sermayeleri gibi aklı da gelişir. Bu gelişmeye uygun olarak her istediğini öğrenir, her öğrendiğini de bilir. Kısacası akıl ve gönül Allah vergisidir, amma bilgi insanın kendi emeğidir. Allah birine gönül vermezse o kişi dileğine ulaşamaz. Yeteri kadar bilgi sahibi olabilmek için, öğrenmeye küçük yaşta başlanmalıdır. Çocuk, bilgi, erdem ve iyi davranışları kazandıkça gidişini düzeltir, sonunda isteğine ulaşır. Bilgiyi de erdemi de insan öğrenerek kazanabilir, fakat akıl insan ile birlikte doğar. Buna benzer bir atasözümüz vardır: “İnsan çok şey öğrenir, bilgisi artar; fakat ne kadar öğrenirse öğrensin aklı elde edemez. Akıl Allah vergisidir.” Varlığının bazı belirtileri vardır. İnsan akıl sayesinde Allah’ın verdiği nimetlere ulaşabilir. Akıl, insan için her türlü erdemin başıdır.” [13]
“Akıl insan için bir ölçüdür. Rahmeti bol Rabbim, seçkin bir yaratık olan insanın hareketlerini ve dilini  akıl ile ölçülendirmiştir. Akıllı insanın davranışları doğru ve yaptıkları ölçülüdür.” [14]
“Akılsız ölü gibidir. Akıllı ise diridir. Nasıl geceleyin karanlık evleri meş’ale ile aydınlatıyorlarsa akıl da insanı öylece aydınlatır. Her türlü iyilik akıldan gelir ve insan bilgisi ile seçkinleşir. İnsanoğlu bu ikisi ile yükselmiştir. Başarısını akı ve bilgi ile kazanır. İnsanı hayvandan ayıran da budur. Bilgiden daha büyük ne var. İnsan yer yüzünde, çevresinde ancak bilgisi ile egemen olur.”[15]
“Akıllı, doğrudur; hareketinin temeli doğruluktur. Dili ve sözü yumuşaktır. Akıllı insan yavaş, telaşsız, dayanıklı ve sabırlıdır. İşe çok dikkatle bakar ve sükun ile ele alır. Bu haline bakarak, tavır ve hareketlerinde ihtiyar zannedilir, oysa çok gençtir. Kısacası aklın küçüklüğü sevimli, ihtiyarlığı yavaş, kendisi yumuşak, alçak gönüllü ve yararlıdır.”[16]
Yusuf Has Hacib’in eserinde, Türk kültüründeki insan, akıl, ilim ve özgürlük (devlet ve vatan) gibi değerlerin devletin ve milletin bekası için olmazsa olmaz değerler olarak gösterilmesi son derece dikkat çekicidir:
“Memleketi alan onu kılıç ile alır, ancak kalem ile tutulur (korunur). Memlekette hükmetmek icap ederse kalem ile edilir.  Hangi şehir ve eyalet kalem ile idare edilirse, orada herkes kendi arzu ve nasibini bulur. İnsan, kılıç, kalem, bilgi ve akıl ile memleketi tanzim eder.”[17]
“Böyle yararlı işler ancak bilgiden kaynaklanır. Ülkede iyilkler, güzellikler, akıllı, bilgili ve iyi ahlak sahibi kimselerin uygulamaları ile ortaya çıkar.  Akıllılar işlerini belirli ölçülere göre ve bir düzen içinde yaparlar. Bunun için akıllıya mutluluk çok güzel yakışır. Akılsızların işi ise gelişigüzel ve karmaşıklık içindedir. Bilgisiz yönetici dururmuna gelirse halkın arasına fesat karışır, bu durum ise ülkede felaket olur.”[18]
“Dünyayı elde tutan beyler, akıllı olmak, halkı itaat altına almak isteyen bey de bilgili olmak zorundadır. Anlayış ve bilgi bir kimsede, bir arada bulunursa o kişi mükemmel insandır. Mükemmel insan ise dünyanın bütün nimetlerine sahip olur.” [19]
Türk evren tasavvurunda özgürlük ve vatan tutkusu ile bunların sonucu olan devlet de önemli bir unsurdur. Orhun Yazıtlarında vatanın kutsallığından bahsedilir ve Ötüken için kutlu ötüken ifadesi kullanılır.[20] Türklerdeki  güçlü özgürlük ve vatan duygusunu  ilk fark eden  Türk yurtlarını İslam’la tanıştıran ve buraları fetheden Kuteybe b. Müslim, onlardaki bu vatan aşkını şöyle ifade etmiştir: “ Vallahi, onlar vatanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar.” Zira deve Oman’da iken Basra’daki yerini vatanını ve yerini özler. Her şeye basarak, her vadiyi çiğniyerek, ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan tekrar memleketine gelir.” [21]
Türklerle karşılaşan ve onları tanım fırsatı bulan ilk dönem İslam bilginleri ve coğrafyacıları Türklerdeki özgürlük fikri ve vatan sevgisi ile ilgili önemli bilgiler vermektedir. Örneğin Yezîd b. Mazyad, Türklerdeki özgürlük anlayışının ne kadar güçlü olduğunu şöyle ifade eder:
“Allah’a yemin olsun ki, Türk eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa mutlaka bir çaresini bulup kurtulur.” [22]
Mutezile’nin önde gelen mütekellim ve bilginlerinden Cahız, Türklerin faziletleri ile ilgili kaleme aldığı eserinin bir bölümünü onlardaki  güçlü vatan duygusuna ayırır. Burada yer alan bazı bilgileri hiçbir yoruma gerek görmeksizin aktarmak istyorum:  
“Türkler, Araplardan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazla sahip olan millettir. Çünkü, onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında başka illetlerin sahip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dair hususiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik vardır.” [23]
“Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsayan bir hususiyet olmakla beraber aralarında benzerlik, uygunluk, vücut benzerliği ve vücutlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türkler’de diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür.” [24]
“Vatan üzerinde titreme, ona iştiyak ve arzu Kur’ân’da geçer. İnsanlar arasında dolaşan  Mushaflarda yazılıdır.  ( 4/66; 2/246) Yalnız, saydığımız sebeplerden dolayı Türk’ün vatanına karşı duyduğu iştiyak diğer insanlara göre daha şiddetlidir.” [25]
1.      İMAM MÂTURİDÎ, AHMET YESEVİ VE YUNUS EMRE’DE  İNSAN TASAVVURU
a.      İmam Mâturidî’nin İnsan Tasavvuru
İmam Mâturîdî, bütün insanların aynı maddeden yaratıldığını, bu sebeple kadın ve erkekler arasında yaratılış açısından farklılık değil eşitlik olduğunu kabul eder. Bu görüşünü, “Biz hepinizi tek bir nefisten yarattık.[26] ayetinden hareketle şöyle açıklar: “Beşerden hiçbir kimsenin  yaratılış ve nesep yönünden  bir başkasına asla üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi aynı nefisten yaratılmıştır. Onlar kız ve erkek kardeşlerdir. (ihvetün ve ehavâtün) Eğer böyle bir üstünlük olsaydı,  işledikleri ameller, özgür iradeleriyle sahip oldukları güzel davranışlar ile güzel ahlak dolayısıyla olurdu. Yaratılış yönünden üstün olmasına gelince  Allah’ın “ sizin en üstününüz takvaca üstün olanınızdır.”[27] (49. Hucurât, 13) buyurmuştur.  Dolayısıyla insanların başka türlü birbirine üstünlükleri yoktur.” Hatta İmam Mâturîdî, meleklerin tabiatlarının ve cevherlerinin farklılığı dolayısıyla insanlara üstünlüğü fikrini şiddetle eleştirir ve üstünlüğün akıl sahibi olmaya ve kendi iradesi ile itaate yönelmesine bağlar. O’na göre, “zorunlu olarak itaata mecbur olan, ihtiyarıyla hayır işleyen ve kötülük yapmaya imkanı varken iyilik yapmayı ihtiyarıyla isteyen bir kimseden asla üstün olamaz.  Bir kimse, bizzat cevheriyle bir başka cevher sahibine üstünlüğü caiz olmaz. Çünkü Allah hiç kimseyi cevheriyle diğer bir kimseye üstün kılmadı.  Ancak bir kimseyi sadece ameli salihiyle üstün kıldı.[28] Allah katında en fazitletli olan, ona en fazla boyun eğen, en takvalı olan  ve onun emir ve nehiylerini en iyi yerine getiren kimsedir. Nitekim ayette “ Sizin en hayırlınız  en fazla takva sahibi olanınızdır.” denilmiştir.”[29] İmam Mâturîdî, insanların aynı özden yaratılmasını ve eşitliğini  savunmakla birlikte, insanlar arasındaki farklı arzu ve tabiatlere sahip olduğunu savunur. Ona göre, insanlar tek bir arzu ve tabiatta yaratılmamıştır. Eğer insanların arzu ve istekleri aynı ve tek bir şekilde olsaydı  gelişme (menafi’) ve kültür (mearif) yok olurdu. [30]
Mâturîdî’ye göre, insan, inanma ve inanmama özgürlüğüne sahiptir. Yani insan için inanmak da inançsızlık da bir haktır. Bu düşünce özgürlüğüne ve insana saygının bir gereğidir. Ancak inanç veya inançsızlığın sonuçlarına katlanacak olan insandır. O, ayette geçen “Kafirleri bulduğunuz yerde öldürünüz”[31] şeklindeki ifadeyi bu anlayış doğrultusunda şöyle yorumlar: Kafir küfründen dolayı öldürülmez. Çünkü küfrün cezasını verebilecek ancak Allah’tır, küfrün cezası insana ait bir şey değildir. Küfür büyük bir suçtur, ama cezası bu dünyada değildir.[32]
İmam Mâturîdî, insanın diğer varlıklardan üstün kılınmasını onun en güzel şekilde, akıl sahibi bir varlık olarak yaratılmasına bağlar. O, “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.”[33] ayetinden hareketle insanların, Allah tarafından en güzel şekilde yaratıldığı ve bundan daha iyi bir şekilde yaratılmasının düşünülemiyeceğini kabul eder ve buna bütün herkesin tanıklık ettiğini söyler.[34]
İmam Mâturîdî, İnsanın aşağılar aşağısı olmasını, onun kendi eylemlerinden olan küfrünün bir sonucu olarak görür. O, “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”[35] ayetinde ifade edilen insanın şerfli ve onurlu bir varlık oluşunu, onun suret olarak Allah tarafında en güzel bir şekil ve görünümde yartılmasına, onuru onursuzluktan, iyilikleri kötülüklerden, hayrı şerden, ayırt edebilecek akıl verilmesine; hikmeti ve her türlü hayrı konuşabilecek, bütün hikmetleri anlamaya araç olacak dil vermesine;  yeryüzündeki rızıkların en güzellerinin insanoğlu için verilmesine ve yeryüzünde olan her şeyin insan için yaratılmış olmasına ve onun emrine verilmesine”[36] bağlamaktadır.
İmam Mâturîdî’ye göre, insan, Allah tarafından en güzel şekilde yaratıldığı için saygın bir varlıktır. İnsanların farklı düşünmesi, şirk koşması veya küfür fiilini işlemesi, fiilierinin necisliği anlamına gelir, onu varlık olarak necis kılmaz. Bu sebeple, Mâturîdî, “Ey iman edenler! Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) ancak bir pislikten (necis) ibarettir. Artık bu yıllarından sonra, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. …”[37] ayetinde geçen “Allah’a ortak koşanların (müşrikler)  necis (pis) olduğu” ifadesini, İmam Ebû Hanife gibi anlamış ve diğer bilginlerden farklı olarak şöyle yorumlamıştır: “Müşrik insanlar, varlık olarak (ahval) necis olamaz. Necis olan onların küfür fiili ve ibadetleridir. Bu, içki, kumar, fal okları ve benzerlerinin şeytanın pis işlerinden gösterilmesi gibidir. Kötülük fiillerdedir. Bu da göstermektedir ki: Müşriklerin vücudları (ahvâl) kınanmış ve zemmedilmiş değildir. Onlara böyle bir zemmin yapılması, kazandıkları kötü fiilleri dolayısıyladır.” Onların vücudlarına (ahvaline) gelince, onların bunda bir rolleri yoktur.[38] Bu yaklaşım, insan ve fiilleri konusunda oldukça ilginç bir yaklaşımdır. Ebu Hanife’ye göre de, müşriklerin  mescide girmesinde bir beis yoktur. Onların Mescid-i Haram’a giriş yasağı, uygunsuz bir kılık ve kıyafetle hac ibadeti yapmaları  ve Allah’tan başkasına ibadet etmeleri sebebiyledir. [39]
            İmam Mâturîdî, insana bakışında insanla ilgili Kur’an’daki ayetlerin yorumuyla yetinmez, kendi döneminde bazı Türk toplulukları arasında etkin olan “iyilik cevherinden  kötülüğün ve kötülük cevherinden iyiliğin gelebileceğini kabul etmemekle düalizme düşen”[40] Maniheizm’in (Seneviyye) insan algısını da eleştirir. Maniheizm’e göre, dünya iyilik ve kötülük unsurlarının birleşiminden oluşmuştur. Dünyanın bir parçası olan insan da böyledir. Ruhu iyiliği, cesedi ise kötülüğü temsil etmektedir. Asıl amaç insanları kötülükten korumaktır.[41] Bu dinin kurucusu Mani’ye göre, iyi yani ışık, kötü yani karanlık olmak üzere iki zıt ilke vardır. Bu iki zıtın, yani iyilik ve kötülüğün karışımın bulunduğu tek varlık ve mekan insandır.[42] Nuna bağlı olarak, Maniheistler anlayışta, “Âlemin aslı nur ve zulmet olmak üzere ikidir. Her türlü iyilik ve yarar nurdan, her türlü kötülük ve zararlı da zulmetten gelmiştir.”[43] Matûrîdî’ye göre, bu anlayış, beraberinde, “insanın da hayır ve şerrin karışımından oluşmuş” bir varlık olduğu fikrini beraberinde getirmiştir. Bu durumda, “bunlardan her biriyle, diğeriyle gördüğünün aksini algılar; belki de hikmeti sefeh, sefehi de hikmet olarak algılamıştır. Üstelik onun –meselâ- “ hayırdır” dediğine de güvenilmez, çünkü söz konusu hayır zulmet cevheri açısından bütünüyle realiteye aykırı, nur cevheri açısından ise bütünüyle realite uygundur; kişi hangi cevheriyle konuştuğunu bilemez.”[44] Öyle anlaşılıyor ki, Mâturîdî, muhtemelen, bu anlayışı bertaraf etmek için iyi ve kötüyü, çirkin ile güzeliği ayırt eden, sorumluluğun kaynağı olana akıl üzerine oldukça fazla vurgu yapmaktadır. Çünkü Maniheizm’de zulmet ve nur, insanın şahsında mücadele içindedir. Böyle bir anlayış, tek tanrı inancını ortadan kaldıracağı gibi, insanın bilen, akleden, doğruya ulaşan sorumlu bir varlık olması gerçeğine de terstir. [45]  Matûrîdî, Allah’ın “yapıların çelişkili olmasına rağmen zararlı ile yararlıyı, iyi ile kötüyü birliğine ve rubûbiyyetine kanıt olması açısından tek bir varlık haline getirdiğini”[46] savunur. Bu sebeple bir nesnenin mutlak kötü veya mutlak iyi olduğuna hükmetmek yanlıştır. Çünkü her nesnenin zararı da  yararı da vardır. Tabiatın bu yapısında Allah’ın birliği (tevhid) ile ilgili delillerin en büyüğü mevcuttur.[47]  Kısaca Mâturîdî’inin insana ve akla bakışında Maniheizm’e karşı tutumu etkili olmuştur.
b.      Ahmet Yesevi’nin İnsan Tasavvuru
 
Ahmet Yesevi, insanın Allah tarafından yaratılan saygın bir varlık olduğu temasını Divan-ı Hikmet’te yoğun bir şekilde işlemektedir. Özellikle insanı birbirine zıt, nefis ve ruhtan oluşan veya nefsanî ve ruhanî yönü bulunan bir varlık olarak görmesine bakılırsa, onun insana bakışının Maniheizm ve sufiliğin insan anlayışının bazı izleri taşıdığı görülmektedir. Sufiliğe olan vurgusu onun anlayışında akla vurguyu zayıflatmış, akıl yerine aşkı, bazen de ilmi öne çıkarmıştır. Ancak insanları Allah’ın yüce bir yaratığı olarak gördüğünden insanın şerefinin korunması, onun incitilmemesi, açlık ve yoksuluğa terk edilmemesi, yetim ise sahip çıkılması ile ilgili pek çok hikmet söylemiştir.
 
Garip, fakir, yetimleri sevindiresin;
Parçalayıp aziz canını eyle kurban;
Yiyecek bulsan, canın ile misafir;
Hak’tan işitip ben bu sözleri dedim ben işte.
 
Garip fakir, yetimleri her kim sorar,
Razzı olur o kulundan Allah.
Ey habersiz, sen bir sebep, kendisi saklar;
Hak Mustafa öğüdünü işitip dedim ben işte[48]
 
 
Ahmet Yesevi, kendi halinden şikayet ederken halkın ve Allah’ın rızasını kazanamamaktan yakınır. Çünkü özelde fakir, yetim ve kimsesizin genelde halkın rızasını kazanan Hakk’ın rızasını kazanır. Bu sebeple Hacc’a gitmeğe niyetlendiğinde, dostlarından helallik almak istemiş ve Allahın evi olarak görülen Kabe’ye Allah’ın huzuruna kul hakkı ile ve kul rızasızlığı ile çıkmamaya çalışmıştır. Bu konuda bazı örnekler şöyledir:
Yok benim gibi kötü bela alem içinde
Hiç olmadı benden razı halk ve Allah
Şimdi oldu sonunda benim yüzüm kara
Vah vay önceden oldum niye ben işte[49]
 
Niyet eyledik Kabe’ye, râzı olun, dostlarım;
Ya ölürüz, geliriz, râzı olun, dostlarım[50].
 
Ahmed Yesevi, insanları icitmememeyi, kalp kırmamamyı, onlara yapılan haksızlığa direnmeyi, inançsız bile olsa onlara saygı gösterilmesini  öğütler:   
 
Ki bilmeden sayısız günah işledim
Gönülleri yıkıp mahzun eyledim
Ki her asi rahmete layıktır
Gel ey Ahmed duaya ol muvafık[51]
 
Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar
Gönlü katı, gönül inciticiden Allah şikayetçi;
Allah şahid, öyle kula “Siccîn” hazır
Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte[52]
           
Ahmet Yesevi’de ilahî aşk her şeyin esasıdır. Allah’a varabilmenin yolu aşktan geçer. Aşk olmadan insani olgunluk elde edilemez. İlahî aşkı terennümde, kadın erkek ayrımı yoktur. Bu sebeple konar göçer hayat süren göçebe Türk topluluklarına hitap eden Ahmet Yesevi ve takipçileri,  merasimlerine kadınlar da erkeklerle birlikte katılıyordu. Ahmed Yesevi, insan vücudunda nefis ve ruh arasındaki mücadelede, irade ve akıldan ziyade “gönle ve ilahi aşka” vurgu vardır. Türk kültüründe öne çıkan aklın rolü, bu mücadelede silik kalmıştır.
c.       Yunus’un  İnsan Tasavvuru
 
Yunus Emre’de insana karşı içten ve samimi bir sevgi vardır. Onun bu sevgisinin kaynağı Allah sevgisine dayanır. Çünkü Yaradanı sevdiğimize göre, onun yarattığını sevmemek olmaz. Bundan dolayı “Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü” demiştir. Allah’ın hakiki sevgisine nail olan insan, başka insanlara kin gütmez, düşmanlık beslemez ve cümle alem kardaş olur.[53]  Yunus Emre, Yüce Allah’ın yaratığı olan insanı incitmeyi ve ona düşmanlık beslemeyi asla tasvib etmez. Böyle olduğu takdirde dünyada huzur ve mutluluk artacak, birlik ve beraberlik sağlanacaktır. Çünkü insanoğlu, bu dünyaya birbiriyle kavga etmeye, birbirine karşı kin ve nefret beslemeye değil tanış, biliş olmaya, sevmeye ve sevilmeye gelmiştir. İnsanlar arasında, din, dil ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın yetmiş iki milleti sevmek, onlara hoşgörüyle yaklaşmak gerekir. Çünkü  yetmiş iki milletin yaratıcısı birdir. Yunus’un bütün işi sevmektir (sevi). O, hiç kimseyi küçük görmez. Allah’ın yarattığı bütün yaratılmışa aynı gözle bakar. Ona göre, insan gönlü Kabe’den daha değerlidir. Gönül yıkmak Kabe’yi yıkmaktan daha ağır bir günahtır. Gönül yıkanların ibadetlerinin hiçbir değeri yoktur. Bu bakış açısı dolayısıyla Yunus Emre, doğruluğun, insan sevgisinin ve hoşgörünün timsali olarak bütün gönüllerde kendisine yer bulabilmiş ve gönül adamı ünvanını hak etmiştir. O, Türk dilini, edebiyatını, tarihini ve kültürünü sırtında taşıyan asırları, mekanları aşarak günümüze kadar canlılığını ve tazeliğini koruyan hem bir şair hem de bir mütefekkirdir. Yunus’un bu fikirlerini işleyen bazı şiirleri şöyledir:
 
Gelün tanışuk idelüm işün kolayın tutalum
Sevelüm sevilelüm dünya kimseye kalmaz[54]
Adımız miskindir bizim düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmazız kamu âlem birdir bize
 
Ben gelmedüm da’vi-y-içün benüm işüm sevi-y-içün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmağa geldüm[55]
Gönül Çalab’un tahtı gönüle Çalab baktı
İki cihân bedbahtı kim gönül yıkar-ise[56]
Bir kez gönül yıkdun-ısa bu kılduğun namaz değül
Yetmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz değül[57]
.
Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise hakîkatde âsıdur.
 
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugın namâz değül
Yitmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz degül[58]
 
Giderdüm gönlümden kini kin tutanun yoktur dîni
İy yâranlar ben bu sözi uludan işitdüm ahi[59]
 
1.      İMAM MÂTURİDÎ, AHMET YESEVİ VE YUNUS EMRE’DE  AKIL VE İLİM ANLAYIŞI
 
a.      İmam Mâturidî’nin  Akıl ve İlim Anlayışı
 
Türklerin İslam tasavvurunda insana akıl sahibi bir varlık olması dolayısıyla güven söz konusudur. Bu insan, Allah’ın yaratırken kendisine akıl yetisi verdiği ve aklıyla doğruyu eğriyi ayırt edebilecek, iyiye kötüye karar verebilecek; bu insan, peygamber gelmese dahi, Mâturîdî’nin ifadesiyle, dinini (tevhid, ahlak ve ubudiyet) oluşturabilecek bir özelliğe sahiptir. Dinin temel unsurlarından Tevhid, Ahlak ve Ubudiyetin her üçü de akılla bilinebilir. Eğer Allah’ı bulamazsa ve ahlaklı davranmazsa insan bundan sorumludur. Mâturîdînin yorumlarında insanî olanla İslamî olanı çatıştırmak değil onları uzlaştırmak esastır. Çünkü Mâturîdî’ye göre insan aklı Allah’ın insana verdiği en büyük mikyastır.
İmam Mâturîdî, meseleleri analiz ederken kurduğu bilgi kuramına ve onun ilkelerine bağlı kalarak onları analiz eder. Onun bilgi kuramında akıl, haber ve duyular olmak üzere bilginin üç temel kaynağı vardır. İncelediği her konuyu, bu bilgi kaynaklarından üçü ile, ikisini ilgilendiriyorsa ikisi, birini ilgilendiriyorsa biri ile temellendirmeye ve açıklamaya çalışır. Mesela iman konusu incelerken “ve emme’l-aklu” der, akıl açısından değerlendirir; “ve emme’s-sem’u” der, vahiy açısından değerlendirir; “ve emme’l-hissu” der, duygular açısından değerlendirir. Buna rağmen Mâturîdî’ye göre bilgiyi elde etmenin farklı yolları bulunmakla birlikte bu bilgiyi kontrol eden merkez akıldır.
İmam Mâturîdî, diğer bilgi kaynaklarını kontrol etme niteliği dolayısıyla, aklı bilgi nazariyesinin merkezine yerleştirir. Akıl, Allah’ın insanoğluna verdiği en yüce bir emanetidir.[60] Ayrıca Allah, aklı,  yararlı ile zararlıyı belirlemede, güzellikleri ve çirkinlikleri,  iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta olarak yaratmıştır.[61] Mâturîdî, aklın tanımı veya mahiyetinden ziyade ona yüklenen işlev üzerinde durur. Onun yegane işlevi, analiz gerektiren özelliklere sahip nesne ve olayları analize, sentez gerektiren özellikler taşıyanları da senteze tabi tutmaktan ibarettir. Bu söylenene ulaşabilmesi için de tefekkür ve istidlalin devreye sokulması gerekir.[62] Akıl, bu yolla evrende birleşebilenleri bir araya getirebilen, ayrılması gerekenleri ise ayırabilen bir özelliğe sahiptir.[63] Mâturîdî’nin akla yüklediği işlevi kısaca şöyle formüle edebiliriz: Olay ve olguları inceleyen, onların iyi ve kötülüğünü belirleyebilen, tikel olaylar arasında ilişki kuran ve onları karşılaştırıp sınıflandıran, bunun sonucunda genel  hükümler elde edebilen hem zihnî hem zihin dışı bir varlıktır. 
İmam Mâturîdî’nin bilgi yolları ve onların nesneleriyle ilgili açıklamaları oldukça önemlidir. Çünkü onun eserlerinde nesnelerin bilgisini elde etmeye yarayan görme, duyulara; işitme, haber’e; kalp de akla karşılık kullanılmıştır. Bundan hareketle ilahî hitab yoluyla açıklananlara “Sem’iyyât”;  akıl yoluyla bilinenlere “Akliyyât”, duyular yoluyla kavrananlara “Hissiyât” denir. Onun bu alan ayrıştırması, bilinenler (malumat) ve varolanların (mevcudât) bilgisini elde etmek için geliştirilen bir yöntem olarak görülebilir. Genel olarak semî’, şeriatın; akıl, dinin[64]; duyular ise, fiziki alemin bilgisine ulaştıran kaynaktır. Mucizeler, insanları imana mecbur eden delil ve hüccetler değildir, sadece insanların kendi ihtiyarlarıyla inanmaları için onları iknaya yönelik delillerdir. Buna rağmen, iradesini kullanarak inkara kalkışanlar da olacaktır. İmana mecbur eden delillerle iman etmek, kişinin irade ve ihtiyarını ortadan kaldırdığı için geçersizdir.[65] O, inanma ve inkar eylemini, akılla elde edilen kesin bir bilginin tasdiki şeklinde anlar. Bu bakımdan her inananın, inancını akıl yoluyla elde ettiği sağlam bilgi ve  delillerle desteklemesi şarttır. Bunu başaramayan kimsenin taklit yoluyla inanması, mazur görülmez. Çünkü taklit dinlerin ve mezheplerin doğruluğunun ölçüsü olamaz.[66]
Mâturîdî, aklı, haber ve duyuların sağladığı bilgilerin doğruluğu ve güvenilirliğini belirlemede yanılmaz ölçüt olarak görür. Çünkü gerek duyu yoluyla, gerekse haber oluyla bilgi edinirken akıl yürütmek gereklidir. Duyulardan uzak olan şeylerin, yahut  çok küçük hacimli olup gözle görülemeyen nesnelerin belirlenmesinde duyular yetersiz kaldığı için akıl yürütmeye ihtiyaç vardır. Allah, Kur'ân’ın kendi katından olduğunu akıl yürütme yöntemiyle ortaya koymuş ve pek çok ayette[67] gerçeğe ulaştıran ve doğru yolu gösteren  aklı kullanmayı ve aklî temellendirmeye başvurmayı emretmiştir.[68] Ayrıca hangi haber olursa olsun doğru ve yanlışlığı, ancak akıl yoluyla tespit edilebilir.[69] Eşyanın güzellik ve çirkinlikleri, insanların fiillerinin iyi veya kötü oluşu konusunda- duyuların algılayışı ve haberlerin bildirmesi söz konusu olsa dahi-  gerçeğin açığa çıkarılabilmesi için her konuda akıl yürütmek  ve tefekkür etmek gerekir. Bu konularda nihaî bilgiye sadece akılla ulaşılabilir.[70] 
Mâturîdî, inanç özgürlüğüne kimsenin baskı yapma hakkının olmadığını ve imanın hür ve özgür iradeyle gerçekleşmesi gerektiğini şöyle açıklar: “İman aklidir.” Gerçekte iman, kesin bir bilginin tasdikinden ibarettir. Bu bakımdan her inananın inancını sağlam bilgi ve sağlam dellilerle desteklemesi şarttır. Bunu başaramayan kimsenin taklit yoluyla inanması, mazur görülmez. Çünkü taklit dinlerin ve mezheplerin doğruluğunun ölçüsü olamaz.[71] Ayrıca kendi özgür iradesi ve ihtiyarıyla gerçekleşmemiş bir iman hakiki iman olamaz. Mâturîdî’ye göre  imandaki tasdikin delile dayanması gerekir, bu sebeple mukallidin tasdiki delilden yoksun ise, böyle bir tasdik kendisine fayda vermez. Taklit yoluyla inanan bir kimsenin imanı gerçek iman değildir. Her an diğer din mensupları tarafından doğru yoldan saptırılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.  Asıl iman,  güzelliğini ve hakikatini, kişinin kendi aklıyla ve düşüncesiyle bildiği imandır. Böyle bir imana sahip kişi, hiç kimse tarafından saptırılamaz.  Eğer bir kimse imanını akli temellere göre oluşturmamışsa İmamı Mâturîdî’nin özgün görüşüne göre bu iman geçersizdir. Maturidilere göre ise geçerlidir, ama büyük günah işlemiş gibidir.
İmam Mâturîdî’ye göre, cahiller, “yaşayan ölüler” gibidir. Alimler ise “diri”dirler. O, Âl-i İmran suresi 169. Ayette geçen “… Onlar Rabbileri katında diridirler. ...” ifadesini, hayat kelimesinin Arap dilindeki anlamlarından hareketle, şöyle yorumlar: “Hayat iki kısımdır: tabi hayat ve arazi hayat, arazi hayatın da bir kaç çeşidi vardır; mesela din ve taatle hayat, ilimle, basiret ve uyanıklıkla olan hayat. Bundan dolayı alim canlı/diri, cahil ölü olarak isimlendirilmiştir”[72] Ankebût suresi 20. ayetteki “De ki yeryüzünde yürüyün, bakın yaratılış nasıl başlamış!” ifadeyi ise ilmi ve tefekkürü öne çıkaran bir anlayışla yorumlar: “Buradaki seyr ve bakma emri ayaklarla yürüyüp gidip bir yere bakmak değildir. Fakat oradaki yaratıklar hakkında “irsal-i fikir” etmek, yani fikir yolculuğu yapmaktır.”[73] İmam Mâturîdî’ye göre, “ilim öğrenmek için yola çıkan bir talebeye, masraflarını ödemek ümmete farzı kifayedir. Eğer ilim talibinin masraflarını karşılamaktan/ödemekten çekinirlerse tıpkı zekat vermesi gerekenin vermemekte direndiği zaman, nasıl ki zorla alınıyorsa, ondan da zorla alınır.”[74]
b.      Ahmet Yesevi’nin  Akıl ve İlim Anlayışı
 
Türk kültüründe “akıl ve gönül Allah vergisi”[75] olarak kabul edilmiş, ancak akıl öncelenmiştir. Ahmed Yesevi, bunu aynen benimsemekle birlikte ağırlığı gönle vermiş ve “aşkı, iman gibi Allah’ın lütfu”[76] saymıştır. Ona göre insan kendi başına hakikatı bulamaz. Nefsinin desiselerine ve irade zafiyetine yenik düşebilir.  Bu sebeple aklın sesine kulak vermeye, bir “pir”e ya da bir “mürşid”e ihtiyaç vardır.
 
Mürşitlerin hizmetini eyle alışkanlık,
Kendiliğinden yola girdim, deme sakın.
İyi bilsen, tarikatın tehlikeleri var;
Kılavuzsuz iş bu yola girmeyin dostlar.[77]
 
Akıllı isen Hakk’ın başka sözler haram
Diri oldukça Pir hizmetini eyle tamam
Allah desen lanetli köle sana köle
Allah demezler dinlerini sattı olmalı[78]
 
Akıllı isen, erenlere hizmet eyle
Emr-i marûf kılanları aziz eyle
Nehy-i münker kılanları hürmetli eyle
O sebepten altmış üçte girdim yere[79].
 
Ahmet Yesevi,  diğer sufi geleneklerde olduğu gibi, bir mürşidin rehberliğinde nefis terbiyesine büyük önem verir. Bununla birlikte aklı ve aklın kontorl etme özelliğini bütünüyle devre dışı bırakmaz. Muhtemelen onun bu özelliği, Türk kültüründe ve dil içi dünya görüşünde akla, yüklenen olumlu görevden kaynaklanmaktadır. Yahya Kemal’in, onunla ilgili “Ahmed Yesevî’yi iyice incelemek lâzım. Bizim milliyetimiz onda gizlidir.” sözünü haklı çıkaracak pek çok unsuru şiirlerinde barındırdığı görülmektedir.  Her türlü kötülüğü temsil eden nefsi terbiye etmenin, ahlaki kötülüklerden arıtmanın, iradey geliştirp nefsin kontrolünü sağlamanın yolu, aklını kullanan insan olmaktan geçer. Ahmet Yesevi, diğer suflerden farklı olarak, “Akıllı isen, bir söz ile tamam eyledim”[80]; Akıllı isen dünya için yeme gam”[81]; “Akıllı kullar olduğunu bilmiş oldu”[82]; “Mâsivaya-akıllı isen-, gönül verme/Lanetli şeytan kendi yoluna salar imiş”[83]; “Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla”[84]; “Akıllı olsan, cahillere sır söyleme”[85]; “İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed[86]; “Candan geçip sevgilyi sevdim ben işte”[87]; “Akıllılara  bu sözleri diyesim gelir”[88] gibi daha pek çok hikmetinde akla, ilme olumlu vurgular yapmıştır. Bunlardan diğer örnekler şöyledir:
 
Nefsin seni son anda köle eyler
Din evini yağma eyleyip tamam eyler
Öldüğünde imanından ayrı eyler
Akıllı isen, kötü nefisten ol şikayetçi[89]
 
Bedeni büyük ateşte bırakan canı başka
Hikmet okur talip olur yetse söze
Kimi görse izini alıp sürer göze,
Akıl ve şuurunu bilge eyleyüp yürür olmalı[90]
 
Kahhâr Melk’im kudret ile nidâ eylese
Cemal için yananlarım, “gel gel” dese,
Gözyaşını akıtarak feryad eylese
Akıl ve şuurunu bilge eyleyüp yürür olur[91].
Dünya diyen huzursuz imiş akıllı kullar şikayetçi imiş
Cahiller ile dost imiş dünyayı bırakıp giderim[92]
 
            Ahmet Yesevi, aklı ve ilmi övdüğü gibi ilim adamını da yeri geldiğinde övmekte yeri geldiğinde yermektedir. O hikmetlerinde, “amel eden alimleri dinin çırağı ve[93] “bilge”[94] olarak tanımlar;  “âlime, canım sadaka”[95] “âlime can kurban eylerim/Bütün ev-barkımı ihsan kılarım”[96]; “Gerçek âlim yastığın taştan yaptı/ Ne anladı onu âleme söyledi”[97]; “zalim ahirzaman bilginleri, hogeldin deyici bilginler”[98] gibi ilmi olmayan cahil şeyhleri a’madan beter, oku olmadan yay çeken kişiye benzetir ve ahir zaman şeyhi olarak niteler. [99] İlim adamı için hem övgü hem de yergiyi içeren bir hikmeti vardır.[100]
Ahmet Yesevi, cahaleti insan için büyük bir tehlike olarak görmüş ve cahil olandan uzak durmayı, hatta Cehennem’e dahi birlikte yolculuk yapmamayı tavsiye etmiştir.[101] O hikmetlerinde, Cahili “ömrünü değersiz pula satan kişi”[102] olarak tarif eder ve cahil ile oturup kalkmaktan dolayı kendisinin büyük zarar gördüğünü, kendisini rezil ettiğini[103], cahilden kaçıp uzlete/yeraltına çekildiğini[104] ve bunun kendisi için bir tür ölüm olduğunu söyler. O, kendisi için en büyük düşman olarak cehaleti ve cahilleri görmüştür. Hikmet adını verdiği şiirlerinden birisini cahillerin eleştirisine ayırmıştır.[105]
 
c.       Yunus Emre’nin  Akıl ve İlim Anlayışı
 
Türk kültürününün yapı taşları olan yazıtlar, destanlar, mekıbeler, şiirler ve atasözlerinde akla daima olumlu anlamlar yüklenmiştir. Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte bu olumlu anlam daha da güçlü bir şekilde vurgulanmaya devam etmiştir. Tasavvufî kültürün, Türkler arasında yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte, başlangıçta, Ahmet Yesevi’de görüldüğü gibi, aklın olumlu işlevleri üzerinde vurgular sürmüş, ancak daha sonraları akla olumsuz anlamlar yüklenmeya başlanmıştır. Buna rağmen,  tasavvufta, “akıl, genelde olumsuz bir işleve sahip olarak görülürken” Yûnus’un eserlerinde akla olumlu ve olumsuz iki anlam yüklediği, şiirlerinde akıl ile ilgili kullandığı deyimlerden anlaşılmaktadır. Yunus’un Divân’ında bu tür kullanımlara dair bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz: “Aklı var olmak, aklı şaşmak, aklı başta olmak, aklı başına gelmek, gaflet ögin almak, dost öge düşmek, aklı yavı varmak, akl ile fehme ermemek, aklı gitmek, aklı yok olmak, aklı yok, aklı levhe bakmak, akıl fenaya varmak, aklı mat olmak, aklı fehmi olmak, öğin dirmek, aklı dirilmek, aklı yoldaş olmak, aklı başa divşirmek, uslu olmak, akl-ı külle ulaşmak …”[106]
Ahmet Yesevi’de “gönül akla tercih edilerek” Pîr’e tabi kılınmış iken, tasavvufî söylemin ağır bastığı Yunus’un düşünce dünyasında, genelde akıl gönle/cana tercih edilmiş, hatta nefse karşı ruhun/canın mücadelesinde rehber kılınmıştır. Konar-göçer hayat yaşayan Türk topluluklarıyla haşir neşir olan Yunus’un, onlara hitap ederken aklı öncelediği ve Türk kültürünün akla yüklediği olumlu anlamları öne çıkardığı görülür. Onun eserleri, tasavvufî kültürün etkisiyle gönlü akla tercih eden bazı şiirler içerse de, Türk kültüründe akla verilen önem ve olumlu imaları güçlü bir şekilde devam ettiren eserlerdir. Yunus, bir şiirinde akıl ve canın kaynağının ezeli bir varlık olan Allah olduğunu söyler:
Evvel dahi bu akl ü cân, senin ile asl-ı mekân
Ahır yine sensin mekân, uş varıram senden yana.
 
Yûnus’un Divân’ında, akıl vücût kalesinin bir sultanı olarak tanımlanmıştır. Gönül ise akıl ve vücûd arasında aşk ile ortaya çıkarılabilecek bir hazîneye  benzetilmiştir. Fakat insanın bütün davranışları, yapıp etmeleri akıl tarafından düzenlenir. Hatta Yunus, “akıl bana  yoldaş oldı sultanlığa düşdi gönül”[107] diyerek gönlün sultanlığa aklı rehber edinerek ulaştığına dikkat çeker. Ona göre, aklın kaynağı ilahîdir ve Allah’ın marifeti olan akl-ı külden bir yansımadır. Ancak akıl ilahî sırları bilmekten acizdir. Bu konuda aklın açıklayamayacağı pek çok şey vardır.[108] Fakat tevhidin sırlarını, akıllı kişi ve aklını kullanan bilebilir.[109] Ona göre, akıllı ve kamil kişiler, sözlerdeki manaları anlayabililir.[110] Akıl, öfkelenirse nefsine yenik düşer ve onun emrine girer.  Öfke, aklın düşmanı, olumsuz davranışların başıdır. Akıl evi öfkenin (buşu) eline geçerse, sultân (hükümrân) artık odur.[111] Kısaca Yunus, insan vücudunu bir kaleye benzetmiş, sahip olan kişiyi dünyada ziyan vermekten koruyan aklı bu kalenin sultanı, aklın tahtgahı kabul ettiği başı ise bu vücudun şahı olarak nitelemiştir. Bunu  bir şiirinde şöyle açıklamaktadır:
İş bu vücûd bir kal’adur akıl içinde sultânı
İş bu gönül bir hazînedür ‘ışk tutmuş bekler anı
 
Nazar üzre dil kapucı cümlesi akla tapucı
Akıldur işler yapucı eyler cümle abâd anı
 
Akıl başda iş bitürür nazar gözden bakar görür
Akıl gönül içre durur ol üç haslet besler anı
 
Akıl taht eyledi başı şöyle bilür her bir işi
Dünyâ  içre ‘akil kişi degmez kimseye ziyânı
 
Başdur bu vücûdun şâhı başdur ‘akılun tahtgâhı
Katı buşmagıl nigâhı buşudur ‘aklun düşmânı
 
Eğer katı buşarısan başın nefse koşarısan
Nefs hâline düşerisen ol  buşdugu ‘akıl kanı
 
‘Akıl gitti buşu geldi ‘akl evini buşu aldı
Sultân buşu oldı göstermez oldı cihânı[112]
 
Türk kültüründe önemli bir yer işgal eden ve büyük saygı gören aklın Yunus’un bir tür akıl destanı olarak kaleme aldığı Risâletu’n-Nushiyye adlı eserinde canın, gönlün ve ruhun üzerinde bir konuma yükseltildiği görülür. Yunus’un dinî ve tasavvufî düşüncesinin anlaşılması ve Türk kültürünün izlerinin takip edilmesi bakımından son derece önemli bir yere sahip olan bu eser, kendinden önceki tasavvufî gelenekten ve nasihat geleneğinden farklı bir uslûb ve yöntemle yazılmıştır. Tatçı’nın da ifade ettiği gibi, Yunus, “eserinde konuları işlerken Anadolu Türklüğünün toplumsal, kültürel ve dinî hayatından  motifler kullanmıştır. Onun bu eseri, millî değerleri  ve İslamî değerleri  buluşturan kendine özgü bir eserdir.”[113] Yunus, Nasihatlar Kitabı’nı kendi döneminde Türklerin yaşadıkları konar-göçer hayat şartlarını, toplumsal yapıyı ve askeri teşkilatlamayı esas alarak kaleme almıştır. Türklerde bir sultan önderliğinde düşmana karşı yapılan savaşta öne çıkan kültürel motifleri, insan vücudunda akıl sultanının önderliğinde nefis düşmanına karşı  ruhla birlikte yürütülen mücadeleye yansıtmıştır.  Nefsi, ruhu ve aklı kişiselleştiren bir anlatım biçimi denemesi, muhataplarının nefisle baş edebilmenin yollarını daha iyi anlamalarını sağlamıştır.
Yunus eserine Allah’ı yüceliği ve onun toprak, su, hava ve ateşten insanı benzeri olmayan bir varlık olarak mükemmel bir şekilde yaratması konusu ile başlar. Buna göre, insan adem suretini alınca ona Allah tarafından ruh (can) verildi. Bununla beden nurlandı. İnsanın bu dört unsurdan toprak ve su ile edindiği güzel hasletleri; yel ve ateş ile edindiği kötü hasletleri sayar. Yunus, insan vücudunu gönül mülkü, gönül cihanı, nefis şehri yani bir şehir veya memleket şeklinde tanımlar. İnsan mülkünde/gönül mülkünde, ruh/can ve nefis/şeytan olmak üzere iki sultan vardır. Bu iki sultan ten mülkünü zaptetmek ister. Bu şehirde, toprak ve suyun 13 binbaşısı ve her birinin bin eri; yel ve ateşin ise 9 binbaşısı ve her birinin bin eri vardır. Cân ile gelen dört kişidir, bunların da biner erleri vardır. Toprakla insana sabır, iyi huy, tevekkül ve yücelik; suyla temizlik, cömertlik, iyilik ve Allah’a kavuşmak (visal); havayla yalan, ikiyüzlülük, acelecilik ve nefis ( dünyevi arzular); ateşle şehvet, kibir, açgözlülük ve kıskançlık; can yücelik, birlik, utanma ve edep gibi hasletler geldi. Toprak, su  ve can ile gelen güzel hasletler rahmanî orduyu, yel ve ateşle gelen kötü hasletler ise nefsanî/şeytanî orduyu temsil eder. İnsan bedeninde bu güçler sürekli bir mücadele halindedir. Yunus’a göre gönül ülkesinin her bir şehri, nefis ordusunun komutanları tarafından tek tek işgal edilmiştir. Gönül ülkesini/ mülkünü nefsin ordusundan kurtarmanın ve oraya barış, esenlik ve kurtuluş getirmenin, nefsi kötü hasletlerden arındırmanın yolu akıl sultanının ruh ve gönül sultanını desteklemesi ve ona rehberlik yapmasıyla mümkündür. Gönül mülkünde ruhanî ve nefsanî olmak üzere iki sultan vardır.[114] Bu sultanların üzerinde vücud kalesinin sultanı akıldır.[115] Aklı başında olan hayır ve şerri birbirinden ayırır.[116] Gönül aklı yoldaş edinirse sultan olur.[117] Eğer gönül  akıl tarafını tutarsa ve ikisi bir işi ortaklaşa yaparlarsa, düşman hiçbir şey elde edemez. Bunu bir şiirinde şöyle dile getirir:
            Eger ‘akıl başdayısa gönül de ol tuşdayısa
            İkisi bir işdeyise düşman bana kâr eylemez[118]
 
Yunus’a göre, akıl, Allah’ın (pâdişâhın) kadîmligi ışığındandır ve üç türlüdür: a) ‘Akl-ı ma’âş: Dünya hayatının dirlik ve düzenini bildirir. b) ‘Akl-ı ma’âd: Âhiret ahvâlini bildirir. c) ‘Akl-ı küllî: Yüce Allah’ın  ma’rifetini bildirir. Îman, Allah’ın hidâyet nûrundandır. Îman da  ‘ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn olmak üzere üç türlüdür. ‘İlme’l-yakîn olan Îman’ın yeri ‘akıldır; ‘Ayne’l-yakîn olan Îmanın yeri, gönüldür; hakka’l-yakîn olan Îmanın yeri ise, cândır. Can ile gelen îmân can ile gider.[119] Allah katında layık bir kul olmak için akıl katında bulunup akla saygı göstermek onun dediklerine kulak vermek gerekir:
 
Akıl katında yarım gün durmayan,
Şah katına layık olur mu, ey can?
 
Gördüm, gelir benzi sararmış bir er
Dili tutulmuş, aklı gitmiş meğer.
 
Aklın önünde baş koyup secdeye,
Şükretti Hakk’a: “Onu buldum” diye
 
Eğer aklı başındaysan gör beni,
Neyse derdimin dermanı, ver onu![120]
 
Yunus, gönül mülkünü işgal eden nefis sultanına bağlı hırsın askerlerinden kurtulmanın ve onları yola getirmenin yöntemi akla kulak vermek ve onun dediklerine göre hareket etmekten geçer. Ona kulak verildiğinde, endişeye yer kalmaz ve gamdan kurtulunur.[121] Akıl sultanı, kibri yok etmek için kanaata casuslar gönderip onu desteklediği ve onun gönül mülkünde tahtı ele geçirmesini sağladığından ve onu hakim kıldığından bahseder.[122] Yunus aklı, adalet dağıtan aziz bir kişiye benzetir. Ona göre, gönül mülkünü, kibrin ordularının desiselerinden ve tehlikelerinden ve kibrin esiri olmaktan kurtarmak akıldan yardım istemekle mümkündür. Çünkü akıl, adaletli aziz bir kişidir. Bunalan ve haksızlığa uğrayan ondan yardım diler ve onun nasihatlarına kulak verir.  Bu durumda akıl onu pek çok beladan kurtarır ve mutluluk o kişiye aylar ve yıllarca yoldaş olur.[123] Devlet sahibi sultanlar, düşmanların akıl ile yenilgiye uğratıldığını, devlet kurmak için akla danışılması gerektiğini, bütün işlerin başarıya akılla yapılan meşveret sayesinde, onun terbiyesiyle ulaşılacağını bilmeleri ve buna göre davranmaları, hatta akla şükretmeleri gerekir.[124] Yunus, bir başka yerde aklı yönü Allah’a dönük, gayesi onun rızası olan bir kişiye benzetir. Akla uyan sadece cimriliğin tehlikelerinden kurtulmaz, aynı zamanda aklın huzuruna çıkıp ona teslim olan onun huzurunda dilekleri makbul olur. Başka bir ifadeyle akla kul olanlar, Allah katında hem kendisi makbul olur, hem de dilekleri makbul olur.[125] İlahi bir kaynaktan gelen cüz-i aklı dinlemek, onun tavsiyelerini almak kişi için bir lütuf ve ayrıcalıktır. Dünya hayatının dirlik ve düzenini sağlayan akl-ı ma’aşın yeri, gönül mülkünün dışıdır. Gönüle yol bulup giren ve ona bir bakış açısı sunan cüz-i akıl’dır. Aklını kullanmayanlar, kendisini unutacağı gibi kin ve gıybeti de tanıyamaz hale gelir.[126] Kin ve gıybet ile gönülleri harab olanlar, ancak akıl padişahından çare dilerlerse, aklın sesine kulak verirlerse kurtulabilirler. Çünkü akıl, işleri doğruluğa yönlendirir.[127] Aklı olmayan apaçık delidir. Onun dünyada dirisinin, mezarda ölüsünün hiçbir mânâsı ve kıymeti yoktur.  
Ne ussun var ,ne hod bellü delüsin
            Ne bunda diri ne sinde ölüsin[128]
 
Yunus, aklı yücelltiği gibi ilmi, ilmiyle amel eden ve adaletli davranan, yanlış fikirleriyle insanlara zulme sebep olmayan alimleri, doğru ve adil hüküm veren kadı ve müftüleri de yüceltmiştir. Ona göre, ilmin gayesi kişiye kendi özünü bilmesini sağlamaktır. Kendi özünü bimyen hayvandan daha aşağıdır.[129] Kendini bilmeyen, benliği ile hareket eder,  ve boşuna okumuş olur.[130] Tasavvufî tecrübeye ilim ve hikmetle ulaşılamaz, onun sırları satırlara ve kitaba sığmaz.[131] İlimden maksat, asıl anlamı bilmek, bildiği ile amel etmek, gönül yıkmamak, halkı gözetmek, gururlanmamak ve ibret almaktır.[132] Cahiller ise, yaratılış sırrından ve kâlû bellîden habersiz, inkarcı, manadan anlamaz, aklına şakir, öleceğini düşünmez kimselerdir.[133] Yunus, ehil insanlarla birlikte olmayı ve cahillerden uzak durmayı öğütlemiştir:
Eksük olman ehillerden kaça görün câhillerden
Tanrı bîzâr bahillerden bahil dîdâr görür degül[134]
2.      İMAM MÂTURİDÎ, AHMET YESEVİ VE YUNUS EMRE’DE  VATAN ALGISI
 
Türk kültüründe özgürlük, önemli bir değerdir. Destanlarda, yazıtlarda ve diğer edebi eserlerde, özgürlük, vatan ve devlet ile birlikte anılır. Aklını ve iradesini kullanan, başkalarına kul olmak istemeyen kişi ve topluluklar  gerçek anlamda özgürdürler. Özgür olabilmek için bir toprağa, millete ve bu milletin teşkilatlanması ile kurulan bir devlete ihtiyaç vardır. Türk kültüründe çok erken dönemlerden itibaren oluşmaya başlayan bu değerlerin, İslamî dönemde yetişen Türk alimlerinde, bazen belli belirsiz, bazen güçlü bir şekilde yansımaları devam etmiştir.
İmam Mâturidî, Enfal Suresi’nin 74. ayetini yorumlarken, ayetteki “Allah yolunda hicret edenler ve cihad edenler” ifadesini, “vatanlarını terk edenler ve cihad edenler” olarak yorumlamaktadır.[135] Mâturîdî dönemine kadar veya onun döneminde yazılan tefsirlerde, tespit edebildiğimiz adarıyla,  bu ayetin yorumunda vatan kelimesinin veya türevlerinin  kullanıldığına rastlanmamaktadır. Sadece Mâturîdî’nin çağdaşı olan başka bir Türk alimi Ebû’l-Leys es-Semerkandî, tefsirinde aynı ayetin yorumunda “hicret eden ve cihad edenler” ifadesini açıklarken, Medine’ye hicret edip orayı vatan edinenler anlamında “orayı vatan edindiler” (evtanu) şeklinde vatan kelimesi yerine onun türevini kullanılmıştır.[136]
Ahmet Yesevi ise, Türklerin ata yurdu/ili olan Türkistan’a karşı büyük bir aşk ve heyecan duyar. Doğduğu yer olan Türkistan’dan ayrılışını Hz. Peygamber’in ashabıyla doğduğu yer olan Mekke’den Medine’ye göçüşüne benzetir. Onun ifadelerinde buram buram vatan hasreti ve gurbet duyguları kokmaktadır. Hikmetlerinde Türkistan’a olan aşk ve duygularını, gurbetteki garipliğini şöyle açıklar:   
On altımda bütün ruhlar nasip verdi;
"Size mübarek olsun" diyerek Âdem geldi;
"Evlâdım!" deyip, boynuma sarılıp gönlümü aldı,
On yedimde Türkistan'da bulundum işte[137].
 
Vah ne yazık, nasıl eyleyim gariplikte
Gariplikte gurbet içinde kaldım ben işte
Horasan ve Şam ile Irak’a niyet eyleyip
Garipliğin çok değerin bildim ben işte.
 
Neler gelse görmek gerek O Hüda’dan;
Yusuf’unu ayırdılar o Ken’an’dan;
Doğduğum yer o kutlu Türkistan’dan,
Bağrıma taş vurup geldim ben işte.
 
Gurbet değdi Mustafa gibi erenlere,
Otuz üç bin sahabe ve arkadaşlara,
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Murtaza’ya
Gurbet değdi onlara hem, söyleyeyim ben işte.
 
Gurbet değse, pişkin eyler hamları
Bilge eyler, hem seçkin eyler çok sıradanları
Giyer çul elbise, bulsa yer yemekleri
Onun için Türkistan’a geldim ben işte[138].
 
Başım dertli, yaşım sızar, kanım tozar;
Adım Ahmed, Türkistan’dır ilim benim[139]
 
Ahmet Yesevi’de vatan ve yurt bilinci, oldukça güçlüdür.  Fakat Yunus Emre’de, vatan algısı Türk kültüründe anlaşıldığından farklı tasavvufî bir anlam kazanır. Ona göre asıl ve ebedi vatan, ruhlar alemi ve elest bezmidir. İnsan, ilahî varlıktan ayrı düştü ve tekrar oraya dönecektir. Bu dönülecek yer (vatan), bir dizesinde Cennet olarak tasvir edilir. Yunus için bu dünya bir gurbettir. Türk evren tasavvurunun önemli öğelerinden birisi olan özgürlük (vatan ve devlet) algısından önemli bir sapmadır. Yunus, Ahmet Yesevi’den  oldukça farklı vatan algısını bazı şiirlerinde şu şekilde dile getirmektedir: 
 
Bu dünyeye gelen kişi âhir yine gitse gerek
Müsâfirdür vatanına bir gün sefer itse gerek[140]
 
Ata belinden bir zaman anasına düşdi gönül
Hak’dan bize destûr oldı hazîneye düşdi gönül
……
Yüriridüm anda pinhân Hak buyrugı virmez aman
Vatânumdan ayurdılar bu dünyaya düşdi gönül[141]
 
Düşd’öğüme hubbu’l-vatan gidem hey dost diyü diyü
Anda varan kalur hemân kalam hey dost diyü diyü[142]
 
Vatan oldı diken gurbet gülistân
Ağu içmek yiğ oldı ney-şekerden[143]
 
Pîşrev bize Kur’ân durur vatan bize Cennet durur
Ol Tamu’yı Hak yandurur ol gül-i gül-zârdur bize[144]
 
 
SONUÇ
Bilgi sosyolojisinin verilerine göre her düşünür, içinde yetiştiği toplumun bir aynasıdır. Bir toplum, o toplumun yetiştirdiği mütefekkirleri ve alimleri anlamaktan ve ilmi şahsiyetleri de  o toplumun dünya görüşünü oluşturan değerleri anlamaktan geçer.  İşte İmam Mâturîdî, Ahmed Yesevi ve Yunus Emre, Türk toplumunun kültürel hafızasından ve değerlerinden etkilenen ve onları güncelleştirerek yeni bir İslam yorumu geliştirebilen  üç önemli Türk mütefekkiridir. Bu şahsiyetler, belli bir coğrafyaya, mezhebe, tarikata hapsedilmeyecek kadar geniş ufka sahip kimselerdir. Bu alimlerin Türk kültüründeki insana, akla, özgürlüğe ve ilme saygıyı İslam’ın yorumlanmasında ve yeni bir dindarlığının oluşturulmasında temel unsurlar olarak benimsemeleri, Türklerin ortak bir İslam yorumunda ve dindarlıkta birleşmelerinde ve tek vücud olup büyük devletler kurmalarını sağlamada etkili olmuştur.  Bu durum, Türk toplumlarını Orta Asya’da üretilmeye başlanan ve Anadolu ile Balkanlar’a kadar taşınan İslam yorumunun devamlılığını ve kalıcılığını sağlamıştır.
İmam Mâturîdî, Ahmet Yesevî ve Yunus Emre, bazı Türk toplulukları arasında etkili olan Maniheizmin evren tasavvurunda yer alan dualizm anlayışını, geleneksel tek tanrı tasavvuru ve İslam’ın tevhid inancıyla etkisiz hale getirmişlerdir. Ayrıca Ahmet Yesevi ve Yunus Emre, iyilik (nur) ve kötülük (zulmet) tanrılarının evrende karşılıklı mücadelesini savunan  Maniheizm’in, insanda ruh ve nefis mücadelesi şeklindeki sufiliğe olan yansımasını Allah’ın insana lütfettiği aklın hakemliğini ve sultanlığını devreye sokarak bertaraf etmeye çalışmışlardır. Böylece nefsani arzularıyla mücadelede ve ahlaki olgunlaşmada aklına güvenen ve sorumluluk bilinci taşıyan  bireyler yetiştirmeyi hedefleyen bir sufi anlayış oluşturmaya çalışmışlardır. Bu iki mütefekkiri akılcı çerçevede tutan, akla, tefekküre ve düşünceye vurgu yapan ayetler, Türk kültürü ve Hanefi-Maturidî kültür olmuştur. Türk tasavvuf anlayışı, bu çerçevenin dışına çıktıkça Batıniliğe ve Vahdet-i Vücûdculuğa kaymıştır. Yunus’un aklı hayır ve şerri bir birinden ayırma yetisi olarak kabul etmesi, Mâturîdî’nin akıl tanımı ve ona yüklediği işlevle birebir örtüşmektedir. Maalesef son zamanlarda Türk toplumunda akıl aleyhtarlığına kaymış bir sufiliğin giderek yaygınlaştığı görülmektedir. Bunun önüne geçebilmek için nefis mücadelesinde, aklın rehberliğinin öne çıkarılması ve akla itibarının iade edilmesi büyük önem taşımaktadır.    
Tanınmış Mutezili bilginlerden Sumame b. el-Aşras, Türklerin peygamberlerin mesajı ve filozofların fikirlerinden haberdar edildiği takdirde, edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları ve sanatta Çinlileri geride bırkacakları tespitinde bulunmuştur: “ İyi bimediği bir şeyin hiçbir tarafını iyi bilmez. İyi bildiği hususun tamamını iyi yapar.  Her işi bizzat kendisi yapar. İçi dışı gibidir. Hiçbir netice çıkmayacak şeyle uğraşmaz.  … Eğer, onların memleketlerinde peygamberler ve filozoflar yaşayıp da bunların fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi, sana Basralı’ların edebiyatını, Yunanlıların felsefesini, Çinlilerin sanatını unutturulardı.”[145] Türk toplumlarının, minyatürde, harb sanatında ve teşkilatçılıkta Çinliler kadar güçlü oldukları bilinmektedir. Ancak sahip oldukları insana saygı, akıl, ilim, özgürlük gibi değerleri,  Hz. Muhammed’in mesajı olan Kur’an ile ve Yunan felsefesiyle tanıştıktan sonra ne kadar ileri seviyeye ulaştıkları da bilim ve medeniyet tarihçileri tarafından itiraf edilmektedir.  Türk bilginlerin sanata, mimariye, musikiye, felsefeye, mantık, tıp, matematik, fizik, kimya ve diğer ilimlere katkıları, Sumame b. el-Aşras’ı haklı çıkarmıştır.
İmam Mâturîdî, Ahmet Yesevî, Yunus Emre ve diğer bilginler, aklın hakemliğinde Türk kültürü ile İslam kültürünü bir potada eriten, insanî olan ile İslamî olan aynı ufukta buluşturan mütefekkirlerdir. Onlar, eserlerinde Türk toplumunun yüzyıllar boyu sahip oldukları temel değerlerden  insanın yüceliği, aklın fazileti ve vatan duygusunu işlemeye devam etmişleridir. Onlar, eserlerini içinde yetiştikleri topluma karşı besledikleri güçlü bir sorumluluk duygusuyla kaleme almışlardır.
İmam Mâturîdî, Ahmet Yesevî ve Yunus Emre, fikirleri ve yorumlarıyla Türk topluluklarını sadece geçmişte aynı ülkü ve ideal etrafında birleştiren mütefekkirler olarak görülmemelidir. Aksine günümüzde ve gelecekte de bu rolü oynayacak şahsiyetler olarak kanul edilmelidir. Onların, genç kuşaklara çok iyi bir şekilde anlatılması ve tanıtılması gerekir. Bu yapıldığı takdirde yeni Maturidiler, yeni Yeseviler ve yeni Yunuslar onlar arasından çıkacaktır. Ama maalesef, günümüzde bu şahsiyetler belli bir ilmin veya geleneğin içerisine hapsedilmektedir. Özellikle Ahmet Yesevi ve Yunus Emre, aklı tatil eden ve akıl aleyhtarlığı yapan birer mutasavvıf olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Onlar, bir mutasavvıf olmanın ötesinde Türk tarihini ve kültürünü, Türk dilini sırtında taşıyan ve geleceğe hitap eden filozof ruhlu mütefekkirlerdir.   
 
 
KAYNAKÇA
Başkan, Özcan, “Türkçede Dil-içi Dünya Görüşü,” Macit Gökberk Armağanı,
Bedia Akarsu ve Tahsin Yücel (der.) içinde, TDK Yayınları, İstanbul 1983, s. 151-172
Bıçak, Ayhan, "Türklerde Evren Tasavvuru ve Ölüm Anlayışı", Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları,  6(2004). (http://www.sevdimseni.net/oku-turklerde-evren-tasavvuru-ve-olum-anlayisi 04.10.2013)
Bilge Tonyukuk Yazıtı, B7. (http://orhunyazitlari.blogspot.com/p/bilgekagan.html  05.10.2013)
Bolay, Süleyman Hayri, “Milli Akıl ve Türk-İslâm Düşüncesindeki Yeri”, Orta Asya’da İslam Temsilden Fobiye –Tanımadan Tanımlamaya-, (ed. Muhammet Savaş Kafkasyalı), Hoca Ahmet Yesevi Uluslar arası Türk Kazak Üniversitesi, Ankara-Türkistan 2013,  I/285-300. 
el-Câhız, Ebû Osman Amr b. Bahr, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, (Çev. Ramazan Şeşen), 2. Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 82, Ankara 1988.
Çebi, Hakkı - Çarhoğlu, Hamza, Deyimlerimiz ve Açıklamaları, Dörtel Yayıncılık, Ankara trz.
Günay, Ünver-Güngör, Harun, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003.
Hâris el-Muhasibî,  el-Akl ve Fehmü’l-Kur’ân (Aklın Mahiyeti ve Kur’ân’ın Anlaşılması), 2. Baskı, İşaret Yay., İstanbul 2006.   
Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993.
el-Kefevî, Kitâbu’l-A’lâm, Yazma, Mikrofilm Nu: M00095, v. 105b (İSAM Kütüphanesi Mikrofilm arşivi)
Kültigin Yazıtları, D23. (http://orhunyazitlari.blogspot.com/p/bilgekagan.html 05.10.2013)
el-Mâturîdî, Ebû Mansûr  Muhammed b. Muhammed b. Mansur (333/742), Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), Diyanet Vakfı yayını, Ankara 2002.
el-Mâturîdî, Ebû Mansûr  Muhammed b. Muhammed b. Mansur (333/742),  Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), I-XVII, Mizan Yayınevi, İstanbul  2005-2010.
el-Mâturîdî, Ebû Mansûr  Muhammed b. Muhammed b. Mansur (333/742), Kitâbu’t-Tevhîd,
Sinor, Denis, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
Yörük, Sevim-Yörük, Yaşar,  Açıklamalı Atasözleri Sözlüğü, Serhat yayınları, İstanbul 1996.
Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, (Haz.: Selim Yağmur), Eskişehir 2013.
Yunus Emre, Yûnus Emre Dîvanı I İnceleme,  (Haz.: Mustafa Tatçı), Kültür Bakanlığı, Ankara 1990.
Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz. Mustafa Tatçı), Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara 1998.
Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, (Haz.: Faruk K. Timurtaş), Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Ankara 1986
Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı Risâletü’n-Nushiyye Tenkitli Metin III,  (Haz. Mustafa Tatçı),  Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara 1991.
Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı Tenkitli Metin,  (Haz.: Mustafa Tatçı), Kültür Bakanlığı, Ankara 1990.
Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), Eskişehir 2013.
Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), 3. Baskı, Diyanet Vakfı yay., Ankara 2003.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig,  TTK Yayınları, Ankara 1974.

[1] Geniş bilgi için bkz.: Ayhan Bıçak, "Türklerde Evren Tasavvuru ve Ölüm Anlayışı", Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları,  6(2004),  s. 149; (http://www.sevdimseni.net/oku-turklerde-evren-tasavvuru-ve-olum-anlayisi  04.10.2013)

[2] Süleyman Hayri Bolay, İslam öncesi ve sonrası dönemde Türk kültürüde akla vurgu yapan Orhun Abideleri ve  Türk alimlerinin sözlerinden hareketle “Milli Akıl” şeklinde bir kavramsallaştırma yapmaktadır. Geniş bilgi için bkz.: “Milli Akıl ve Türk-İslâm Düşüncesindeki Yeri”, Orta Asya’da İslam Temsilden Fobiye –Tanımadan Tanımlamaya-, (ed. Muhammet Savaş Kafkasyalı), Hoca Ahmet Yesevi Uluslar arası Türk Kazak Üniversitesi, Ankara-Türkistan 2013,  I/285-300. 

[3] Geniş bilgi için bkz.: Bıçak, "Türklerde Evren Tasavvuru ve Ölüm Anlayışı", Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları,  6(2004), s. 149-172. (http://www.sevdimseni.net/oku-turklerde-evren-tasavvuru-ve-olum-anlayisi 04.10.2013)

[4] Bilge Tonyukuk Yazıtı, B7. (http://orhunyazitlari.blogspot.com/p/bilgekagan.html  05.10.2013)

[5] Bilge Kağan Yazıtı, D41-4 ve D41-6. (http://orhunyazitlari.blogspot.com/p/bilgekagan.html 05.10.2013)

[6]  Sevim Yörük-Yaşar Yörük,  Açıklamalı Atasözleri Sözlüğü, Serhat yayınları, İstanbul 1996, s. 29-30.

[7] Hakkı Çebi-Hamza Çarhoğlu, Deyimlerimiz ve Açıklamaları, Dörtel Yayıncılık, Ankara trz., s. 15-16.

[8] Yaşar Çağbayır, (Yusuf Has Hacip,  Kutadgu Bilig, ( Haz.:  Yaşar Çağbayır), 3. Baskı, Diyanet Vakfı yay., Ankara 2003,  s. XVIII-XIX (Giriş)

[9]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 1.

[10]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, ( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 66.

[11]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 8.

[12]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 9.

[13]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 77.

[14]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 77.

[15]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 78.

[16]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 78-79.

[17] Bkz.: Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig,  Ankara: TTK Yayınları, 1974, s. 2425-2428, 2711-2714.

[18]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 74.

[19]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig,( Haz.:  Yaşar Çağbayır), s. 5.

[20] Kültigin Yazıtları, D23. (http://orhunyazitlari.blogspot.com/p/bilgekagan.html 05.10.2013)

[21] el-Câhız, Ebû Osman Amr b. Bahr, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, (Çev. Ramazan Şeşen), 2. Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 82, Ankara 1988, s. 78.

[22] el-Câhız, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, s. 74.

[23] el-Câhız, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, s. 77.

[24] el-Câhız, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, s. 78..

[25] el-Câhız, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, s. 79.

[26] 7. A’râf, 189.

[27] 49. Hucurât, 13.

[28] el-Mâturîdî, Ebû Mansûr  Muhammed b. Muhammed b. Mansur (333/742), Te’vîlâtu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu),  Mizan Yayınevi, İstanbul  2005-2010,  V/249. Krş.: VI/172.

[29] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), VI/161.

[30] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), VIII/236

[31] 9. Tevbe, 29.

[32] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), VI/330-331.

[33] 95. Tin, 4-5.

[34] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu),  XI/263-264.

[35]  17. İsrâ, 70.

[36]el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), VIII/325.

[37] 9. Tevbe, 28.

[38] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu),  VI/324.

[39] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), VI/326-327.

[40] el-Mâturîdî, Ebû Mansûr  Muhammed b. Muhammed b. Mansur (333/742), Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), Diyanet Vakfı yayını, Ankara 2002, s. 50.

[41] Ünver Günay ve Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 184-185.

[42] Denis Sinor, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 441.

[43] el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, (Terc. Bekir Topaloğlu), s. 142.

[44] el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, (Terc. Bekir Topaloğlu), s. 143.

[45] el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, (Terc. Bekir Topaloğlu), s. 143-147.

[46] el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, (Terc. Bekir Topaloğlu), s. 138.

[47] el-Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, (Terc. Bekir Topaloğlu), s. 138-139.

[48] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993, s. 4.

[49] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 43.

[50] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 89.

[51] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 50.

[52] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 5.

[53]  “Hakk'ı girçek sevenlere cümle ‘âlem kardaş gelür.” . (Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, (Haz.: Selim Yağmur), Eskişehir 2013, s. 127)

[54] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı, (Haz.: Mustafa Tatçı), Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s. 56.

[55] Yunus Emre, Yunus Emre Divanı (Haz.: Faruk K. Timurtaş), Kültür Bakanlığı, Ankara 1986, s. 99.

[56] Yunus Emre, Yunus Emre Divanı (Haz.: Faruk K. Timurtaş), s. 163.

[57] Yunus Emre, Yunus Emre Divanı (Haz.: Faruk K. Timurtaş), s. 91.

[58]  Yûnus Emre, Yunûs Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı),  Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara 1998,  s.  178 (166/1 )

[59]  Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı, (Haz.: Mustafa Tatçı),  s. 344 ( 399/5)

[60] el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu),  II/23; el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc..: Bekir Topaloğlu), s. 172.

[61] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), s. 172.

[62] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc: Bekir Topaloğlu),  s. 341.

[63] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), s. 4.

[64] el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân,  (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), IV/112.

[65] el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), VIII/104.

[66] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), 3.

[67] 2. Bakara, 164; 41. Fussilet, 53-54; 88. Ğâşiye, 17-20; 51. Zâriyât, 20-21.

[68] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), 13-14

[69] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), 17.

[70] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), 14.

[71] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, (Terc.: Bekir Topaloğlu), s. 3.

[72]el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), II/476.

[73] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu),  XI/106.

[74] el-Kefevî, Kitâbu’l-A’lâm, Yazma, Mikrofilm Nu: M00095, v. 105b (İSAM Kütüphanesi Mikrofilm arşivi)

[75]Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, s. 77.

[76] “Hak Teâlâ, iman armağan eyledi bize” (Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 181) “Aşksızların hem canı yok hem imanı”. (Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 112)

[77] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 106.

[78] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 79.

[79] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 8.

[80] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 75.

[81] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 98.

[82] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 115.

[83] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 140.

[84] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 3.

[85] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 169.

[86] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 21.

[87] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 22.

[88] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 69.

[89] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 117.

[90] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 130.

[91] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 128.

[92] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 92.

[93] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 92, 186.

[94] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 101.

[95] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 186.

[96] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice),s. 186.

[97] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 186.

[98] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 116.

[99] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 92. İlimsiz ve cahil şeyhleri eleştiren hikmeti için bkz.: s. 164.

[100]               "Fel ya'lemun-el alimün"i okur alim
Anlamını bilmeden onun olur zalim
Anlamını anlayanların giysisi aba
Öyle alim, gerçek alim olur dostlarıma
 
Alim odur hişt yastanıp tahsil eylese
Gece gündüz Rabbine ağlasa
"Fe’l yedhakü" ayetini tefsir eylese
Öyle alim, gerçek alim olur dostlarıma
 
"Ve’l-yebkü kesiran" diye Allah söyledi
Anlamını anlayan alim dinmeden ağladı
Ağlaya ağlaya gözleri kör oldu
Öyle alim, gerçek alim olur dostlarıma
 
Alim odur şeriatta sefer eylese
Tarikatın pazarına yerini koysa
Muhabbetin deryasından inci alsa
Öyle alim, gerçek alim olur dostlarıma
 
Alimim diye kitap okur anlamını bilmez
Çoğu ayetin anlamını asla bilmez
Büyüklenme, ben-benliği dini tutmaz
Alim değil cahildir dostlarıma
 
Büyüklenme şeytana neler eyledi
Büyüklendiğinden lanet tavkı ona saldı
Melekler görüp orada secde eyledi
Secde eyleyip amin oldu dostlarıma
 
İlim iki inci beden ve cana rehberdir
Can alimi Hazretine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle alim, gerçek alim olur dostlarıma
 
Beden alimi zalimlere benzermiş
Beraetin ayetinde çünkü buyurmuş
Cehennem içinde dinmeden devamlı yanarmış
Zakkum zehri içip devamlı dostlarıma
 
Kul Hoca Ahmed alimlerin hizmetini eyle
Alimler sözünü işitip amel eyle
Amel eyleyip Hakk yolunda canını ver
Amelsizler cemâl görmez dostlarıma (Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz.: Dr. Hayati Bice), s. 109-110)

[101] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 28-29.

[102] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 137.

[103] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 07.

[104] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 28-29.

[105]               Ey dostlar cahil ile yakın olup
Bağrım yanıp candan doyup öldüm ben işte
Doğru söylesem eğri yola boynumu çeker
Kanlar yutup gam zehrine doydum ben işte
 
Cahil ile geçen ömrüm nar sakar
Cahil olsan cehennem ondan çekinir
Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer
Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte
 
Dua edin cahillerin yüzünü görmeyim
Hakk Teala refik olsa bir dem durmayayım
Hasta olsa cahillerin halini sormayayım
Cahillerden yüzbin cefa gördüm ben işte
 
Haykırsam Hakk imdadıma yetişir mi ki?
Göğsümdeki paslarım gider mi ki?
Bütün cahiller bu alemden gider mi ki?
Cahillerden yüzbin cefa gördüm ben işte
 
Yer altına kaçıp girdim cahillerden
Elim açıb dua isteyib merd kişilerden
Garib canım yüz tasadduk bilgelerden
Bilge bulmayıp yer altına girdim ben işte
 
Cahilleri benden sorma göğüsüm çıka
Hakk'dan korkub yas tutsam güler kahkahayla
Ağzı açık nefsi ulu misli lakka
Cahillerden korkub Sana geldim ben işte
 
Birşey umma cahillerden kadrini bilmez
Karanlık içinde yol şaşırsan yola salmaz
Boyun büküp yalvarsan elini tutmaz
Cahilleri şikayet ederek geldim ben işte
 
Önce-sonra iyiler gitti kaldım yalnız
Cahillerden işitmedim bir güzel söz
Bilge gitti cahiller kaldı çektim üzüntü
Yolu bulamayıp şaşkın olup kaldım ben işte
 
Ayrılık yarası ezdi bağrımı hani dertortağı
Bilge toprak, cahillerin göğüsü yüksek
Ayet, hadis beyan etsem beğenmez
Göğsümü deşiniz derd ve gama doldum işte (Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz. Dr. Hayati Bice), s. 28-29)

[106] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı I İnceleme,  (Haz.: Mustafa Tatçı), Kültür Bakanlığı, Ankara 1990, s. 293; Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 498-499. Akıllla ilgili olumlu ve olumsuz nitelemeler için ayrıca bkz.: Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz. Mustafa Tatçı), s. 65 (1/2), 92 (42/8), 190 (183/4), 168(152/7),  159 (139/1-2, 5),  245 (259/3),  259 (280/1), 298 (335/9), 326 (372/7)

[107] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 168(152/7).

[108]   Akıl ile ilgili bkz.: Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 167 (151/8), 189 (182/10),  143 (119/4), 228 (233/1 ve 10)

[109]  Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı I İnceleme,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 443; Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 100 (53/4)

[110]  Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı I İnceleme,  (Haz. Mustafa Tatçı), s. 443; Yûnus Emre, Yunus Emre Dîvânı,  (Haz. Mustafa Tatçı),  s. 350 (406/7)

[111] Krş.:Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı I İnceleme,  (Haz. Mustafa Tatçı), s. 291.

[112] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 353 (412/1-13)

[113] Krş.:  Mustafa Tatçı, “Risâletü’n-Nushiyye’nin Edebî Değeri”, ( Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı Risâletü’n-Nushiyye Tenkitli Metin III,  (Haz.: Mustafa Tatçı), Kültür Bakanlığı, Ankara 1991 , s. 3)

[114] Bkz.:  Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı Risâletü’n-Nushiyye Tenkitli Metin III,  (Haz. Mustafa Tatçı),  s. 27-31; Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), Eskişehir 2013, s. 19-22). Bu iki sultanla ilgili beyitler şöyledir:

 

Çok büyük cihandır gönül cihanı,

Kendini arayanlar bulur anı.

 

Şu nefs şehrinden vereyim de haber,

Ondan ümit ve beklenti gider.,

 

Sana gönderilmiş iki Sultan  var:

Ten mülkünü zaptetmek ister bunlar.

 

Bri Rahmanî, can katından gelir.

Biri şeytanî, kin katından gelir. (Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 19-22)

[115] Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı II Tenkitli Metin,  (Haz.: Mustafa Tatçı), Kültür Bakanlığı, Ankara 1990,  s. 410 (412/1-7).

[116] “Aklım başuma divşürdi hayır şerden seçer oldum.” (Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı II Tenkitli Metin,  (Haz.: Mustafa Tatçı),  s. 224 (208/3).

[117] “Akıl bana yoldaş oldı sultanlığa düşdi gönül” (Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı II Tenkitli Metin,  (Haz.: Mustafa Tatçı),  s. 161 (152/7).

[118] Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı II Tenkitli Metin,  (Haz.: Mustafa Tatçı),  s. 122 (112/3)

[119] Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 25-26.

[120] Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 33.

[121]           Aklın dedikleri aklına yattı,

Kendine gelerek düşündü, tarttı.

 

Geri gelip akıl, onu öğütler:

“Kurtarır canını bize gelenler!

 

Bize geldiysen yer yok endişeye,

Gam çekme sakın ne yapayım diye!” (Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar),  s. 35-36)

[122] Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 43-44

[123]          Şimdi akıldan medet iste, yürü!

Esir olmuşsun bunca yıldan beri.

 

Akıl, adaletli aziz kişidir,

Bunalana medet onun işidir.

 

Seni çok beladan kurtara akıl,

Mutluluk yoldaşın olsun, ay ve yıl. (Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 52-53)

[124]           O devlet sahibi akla şükretti,

                Aklı erer ve bilirdi devleti.

               

                Eğer devlet gerekse akla danış,

                Meşveretsiz başa varmaz hiçbir iş. (Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar),  s. 58)

[125]           Akıl bir kişidir Allah’a bakar,

Uyarsan akla uy, cimriliği yakar.

 

Onun huzurunda dilekler makbul,

Makbul olur kim olursa ona kul. (Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 52-53)

[126]  Bkz.: Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 119, 127..

[127]           Olmuş pişman gönlü dar gamı yeğin,

                Neler etmiş ona gıybet ile kin.

               

Deyip halini derdini yeniler,

                Akıl padişahıdan çare diler.

               

Cümle derdini halini arz kıldı,

                Akıl ne dediyse, göz yumdu kaldı.

               

İşi doğruluğa buyurdu Akıl:

                Hemen gel bana acele yârî kıl! (Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 135)

[128]          Ne aklın var senin ne de delisin,

            Ne burda diri ne de kabirde ölüsün.  (Yunus Emre, Nasihatler Kitabı Risâletu’n-Nushiyye, (Haz.: Ziya Avşar), s. 50)

[129]  Bkz.: Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı I İnceleme,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 275; Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı, ( Haz.: Mustafa Tatçı), s. 238  (248/5 )

[130]  Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı I İnceleme,  (Haz. Mustafa Tatçı), s. 275; Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.:  Mustafa Tatçı),  s.  125 (91/1 );  149 (128/5 ).

[131]  Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı I İnceleme,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 23 ; Yûnus Emre, Yunus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı),  s.  137 (110/2 )

[132]  Bkz.: Yunus Emre, Yunus Emre Dîvanı I İnceleme,  (Haz.:  Mustafa Tatçı), s. 23, 24 ; Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s.  89 (37/4 ), 89  (38/5 ), 218  (218/4), 151 (130/2 ),  238  (248/6 ), 298 (335/12 ), 315 (357/3),  343 (397/7-8),  243 (256/1 ).

[133]  Yûnus Emre, Yunus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 69 (5/6), 172 (157/8), 128 (95/13), 298 (335/9),  315 (357/3), 343 (397/7-8).

[134] Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, (Haz.: Selim Yağmur), s. 191.

[135] el-Mâturîdî, Te’vîlatu’l-Kur’ân, (thk.: Ahmed Vanlıoğlu, Mür.: Bekir Topaloğlu), VI/279.

[137] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz.: Dr. Hayati Bice), s. 9.

[138] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz.: Dr. Hayati Bice), s. 35.

[139] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Haz.: Dr. Hayati Bice), s. 76.

[140]  Yûnus Emre, Yunus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 159 (139/1-2, 5)

[141] Yunus Emre, Yûnus Emre Dîvanı I İnceleme,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 258;  Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz. Mustafa Tatçı), s.240(252/1)

[142] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 168 (291/1)

[143] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 247 (263/4)

[144] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı,  (Haz.: Mustafa Tatçı), s. 296 (333/1)

[145] el-Câhız, Ebû Osman Amr b. Bahr, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri, (Çev. Ramazan Şeşen), , s. 75.

  
1725 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam110
Toplam Ziyaret917222
Yeni Çıkan Eserler


İnsani ve Ahlaki Değerler
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İmam Maturidi ve Maturidilik
(Özbek Türkçesi)
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


 Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar


Güncel Dini- Siyasi Meseleler Üzerine Yazılar



Selefiliğin Fikri Arkaplanı