CUMHURİYET DÖNEMİNDE ALEVİ KİMLİĞİ TARTIŞMALARI Türkiye’nin toplumsal, tarihsel ve ekonomik açıdan oldukça sıkıntılı bir süreçten geçmektedir. Ülkemizin gündemini en çok meşgul eden sorunlardan başında Alevilik sorunu gelmektedir. Özellikle Cumhuriyeti döneminde Türkiye’de Alevilik kimliğindeki değişim ve dönüşümler, yeniden inşa süreci bu konudaki tartışmalarda önemli bir yer işgal etmektedir. Tarihsel hafıza, Türkiye Cumhuriyeti döneminde, kimliklere karşı algımız ve Alevi kimliğine bakış açımız üzerinde de etkin bir rol oynamış ve oynamaya devam etmektedir. Bu tarihsel arka planın yanı sıra Cumhuriyet döneminde yaşanan toplumsal değişme ve kırılmalar, bugün Alevilik ile ilgili birden fazla kimlik tanımlamalarıyla sonuçlanmıştır. Bu tanımlardan bazılarını, kimlerin hangi amaçla tanımlamasını tartışmaksızın sırlamak istiyorum: Alevilik, başlı başına bir dindir. Alevilik, Anadolu dinidir. Alevilik, kökleri mazda inancına kadar uzanan Kürt dinidir. Alevilik, Kürt uygarlığından doğmuştur. Alevilik, Şii’liğin bozulmuş şeklidir. Alevilik, Hıristiyanlık kırmasıdır. Alevilik, özbeöz Türk’lüktür. Alevilik, Laik çağdaş Müslümanlıktır. Alevilik, meşreptir. Alevilik, tarikattır. Alevilik, mezheptir. Alevilik, heterodoksidir. Alevilik, gayr-i Sünniliktir. Buhranlı dönemler insanlarda önemli bir güven sorunu oluşturmaktadır. Bu güvensizlik ortamı, kimliklerin gizlenmesine, ortama uygun olarak yeniden inşaına veya kimlik erezyonuna ya da kimlik karmaşasına sebep olmaktadır. Bu durum genelde kimliklerin tanımlamasında olduğu gibi Alevi kimliğinin tanımlanmasında da karşımıza çözülmesi zor sorunlar çıkarmıştır. Alevi kelimesi ilk defa Bektaşi ve Kızılbaşlar için 19. asrın ikinci yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Aslında Kızılbaş kelimesi Osmanlı döneminde maalesef çok küçük düşürücü, dışlayıcı ve aşağılayıcı bir anlamda kullanılmaktaydı. Başlangıçta Osmanlının Bektaşilerle ve Bektaşilerin Osmanlı ile sorunu yok diyebiliriz. Aslında bu karşılıklı dayanışma ve işbirliği, Safevi devletinin tesirinden uzak durdukları oranda ve Şii kimliğini oluşturan bazı unsurları kendi kimliklerinin bir parçası yapmadıkları sürece devam etmiştir. Bazı istisnai durumlar bir kenara bırakılırsa Bektaşilik, 19. Asrın başlarına kadar sakıncalı olarak görülmemiştir. Fakat 1820’li yıllardan itibaren Osmanlı Bektaşilikle de sorunlar yaşamaya başlamıştır. Böylece Bektaşilik de Kızılbaşlık gibi Osmanlı devleti için tehlikeli görülen gruplara dahil edilmiştir. Aslında Kızılbaşlık ve Safevîliğin Bektaşilik üzerindeki etkileri artıkça, Bektaşilik ve Kızılbaşlık Osmanlıya karşı aynı safta birleşmiştir. Osmanlının son dönemlerinde, yani 19.asrın ikinci yarısında Kızılbaşlık ve Bektaşilik iki kimlik olmaktan çıkmış Alevilik ve Bektaşilik şeklinde ya da Alevilik-Bektaşilik şeklinde tek bir kimlik olarak kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle 20. Asrın başlarında Alevi-Bektaşi kimliği, İttihat Terakki’nin kimlik politikası gereği Türklükle ve Türk kültürüyle ilişkilendirilmek suretiyle yeniden tanımlanmak istenmiştir. Bu dönemde, olumsuz çağrışımları içinde barındıran ve küçük düşürücü anlamlarda kullanılan Kızılbaşlık kimliği, kullanılmamaya çalışılmıştır. Başka bir ifadeyle Kızılbaşlık ikinci plana bırakılıp daha önce Kızılbaş, Bektaşi, Torlak, Işık, Abdal ve Tahtacılar yerine Alevilik-Bektaşilik şeklinde bir kimlik tanımlaması tercih edilmiştir. Cumhuriyet dönemine geçildiğinde devlet kendine özgü bir ulus kimliği ve onu destekleyecek mezhepler ve tarikatler üstü bir din anlayışı oluşturmak istedi. Bunu oluşturmak için pek çok değişiklikler (inkılap) yaptı, ancak en ciddi ve köklü değişikliklerden birisi dini-toplumsal yapılardan tarikatların ilga edilmesiydi. Tarikatların ilga edilmesi ve 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla beraber, diğer tarikatlerin dergah ve tekkeleri gibi, Alevi ve Bektaşi dergah ve tekkeleri de kapatıldı. Bununla birlikte sufi hiyerarşiyi ifade eden dede, dede-baba, şeyh ve benzeri ünvanların kullanımı da yasaklandı ve tarikat ayinlerinin yapılmasına müsaade edilmedi. Yalnız bu süreçte özel olarak Alevilik seçilmiş değildi. Ulus devletin sorunu Osmanlı döneminde mezhebi ve meşrebi kimliklere bölünmüş ve çok parçalanmış toplumsal yapıyı birleştirerek yeni bir ulus kimliği üretmek idi. Böylece diğer alt kimlikleri silikleşecekti. Fakat bu girişimle bireylerin ve dini toplumsal yapıların dini kimlikleri inkar edildi. Bu durum bir taraftan bireyleri ulus devletin özgür vatandaşı olarak yeniden kimliklendirirken, diğer taraftan tarikatlerin ayinlerini yasaklamakla onların din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlıyorlardı. 1925’te kapatılan tekke ve zaviyelerden sonra, sadece Alevi Bektaşi dedelerinin değil Sünni şeyhlerinin de sürgüne gönderildiğini, ayin yaparken yakalandıklarında cezalandırıldıklarını görmekteyiz. Ancak Sünnilerle kıyaslandığında Aleviler daha büyük endişe, korku ve güven sorunu ile karşı karşıyaydı. Çünkü Sünnilik yazılı edebiyatıyla güçlüydü ve kendisini yazılı edebiyat üzerinden ifade etme imkanı bulabilmişti. Fakat Alevilik için yazılı edebiyat çok azdı ve olanlar da yazma halinde olduğundan herkesin okuyabileceği bir düzeyde değildi. Diğer taraftan Aleviler ve Bektaşiler, 1940’lara kadar hiçbir şekilde; 50 ve 60’larda ise dolaylı yollarla kendi kimliklerini ifade edebilecek eserler yazabildiler. Ancak bunlardan hiç birisi Alevi adını ya da Bektaşi adını kullanarak belli taleplerle devletin karşına dikilmedi. Yani bu dönemde yazılan eserlerde, yazılı basında ne cem konusu, ne başka konu veya cem evi şeklinde bir talep söz konusu değildi. Cumhuriyet döneminde özelde tasavvufi tarikatların genelde dini toplumsal yapıların yasaklanması bütün kesimler için eşdeğerde bir kimlik örselenmesi anlamına geliyordu. Bu sadece Alevileri ilgilendirmiyordu aynı zamanda diğer tarikatları da ilgilendiriyordu. Osmanlı’dan devralınan bu olumsuz isimlendirme her ne kadar belli kesimlerde kullanılmadıysa da daha sonraki dönemlerde çeşitli siyasi amaçlarla veya halk arasındaki din anlatılarla kullanılmaya ve Alevi kesimler, maalesef, bu isimlendirmelerle küçümsenmeye devam etti. Cumhuriyet döneminde yaşanan kimliklendirme ve kimlik inşasıyla ilgili bazı sorunlara değindikten sonra, Alevi kimliğinin yeniden inşasına geçebiliriz. Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen yapısal, kültürel ve kurumsal değişimlerden sonra hiç bir mezhep, tarikat ve dini-toplumsal yapı geleneksel yapısını eskisi gibi sürdüremezdi. Cumhuriyet döneminde yaşanan siyasi ve toplumsal olaylar karşısında bu yapılar muhaliflerce, çeşitli meslek grupları ve uzmanlık alanlarınca farklı şekillerde tanımlanmaya çalışıldı. Bu oluşumların farklı eğilimleri ve mensupları, yaşanan bu kimlik parçalanması, yozlaşması ve değişmesinin etkisinde kaldıkları için kendilerini tanımlamada önemli sorunlar yaşadılar. Alevi kimliğinin tanımında da, benzer sorunlar yaşandı. Artık başlangıçtan 1990’lı yıllara kadar Alevilik-Bektaşilik şeklinde tanımlanan Alevilik olgusu, daha sonraki yıllarda yerini Alevilik terimine bıraktı. Bu dönemde Alevi kimliği, geleneksel anlamda dini ve tasavvufi bir içerik çağrıştırmaktan ziyade siyasi bir kimlik olarak karşımıza çıktı. Görünüşte bu durum, kimliklerin tarihsel süreçte sosyolojik açıdan değişimi olarak yorumlansa da buhranlı dönemlerde ortaya çıkan kriz tamamen ruhsal ve bir şahsiyet krizidir. Burada Alevi kimliğini tartıştığımız kadar bir Alevi şahsiyetini de tartışmak gerekir ama o başka bir tebliğin konusu. Bir kimliği inşa ederken, gerek Alevi kimliği gerekse başka kimlikler olsun, toplumsal boyut öne çıkarılmaktadır. Bunun için de ben kimim sorusu yerine biz kimiz sorusu sorulmaktadır. Biz kimiz sorusu sorulduğunda burada referanslar hem topluma, hem tarihe, hem inanca uzanmaktadır. Sonuçta bir kimlik arayışı gündeme gelmektedir. Bu durumda ilk tartışılacak olan kavramlardan ve kimliklerden birisi hiç şüphesiz Aleviliktir. Alevilerden bir kısmı Aleviliği sadece etnik bir grup olarak tanımlamak istediler. Bu bir taraftan Türkçü kesim arasında Türk milliyetçiliğiyle ilişkilendirilirken, artan bir şekilde Kürt milliyetçiliğiyle de ilişkilendirilmek istendi. Aslında bu iki yaklaşım da Aleviliği kendi arasında paylaşmak ya da onu yeniden inşa etmek istediği için operasyonel bir Alevi kimliği oluşturmayı hedeflemektedir. Dolayısıyla Cumhuriyet’in kuruluşundan bu güne kadar Alevi kimliğinin neliği ve ona farklı çevrelerce yüklenen birbirinden farklı anlamlar ve tanımlamaların analiz edilmesi son derece önemlidir. 1925’te tekke ve zaviyelerin kaldırılmasından 1960’lı yıllara kadar Kızılbaş ve Bektaşi topluluklar için kullanılan Alevilik, bir kimlik olarak tanımlanma veya tanınma sorunu ile karşı karşıya idi. Eşdeğer dinî-tasavvufî oluşumlar, yani tarikatler de aynı sorunla karşı karşıyaydı. Onların tanımlanma ve tanınma gibi bir talepte bulunmalarının önü kapatılmış idi. Fakat 1950’lili yıllarda başlayan çok partili dönemde, Aleviliğin, kendisini farklı bir şekilde tanımlamaya başladığını ve bazı taleplerde bulunduğunu görüyoruz. Ama bu talepler, gelenekli Alevilik üzerinden değildi. Onun yerine o dönemin öne çıkan pozitivizm, laiklik, resmi din anlayışıyla eklemlenmek şeklinde idi. Zikredilen konularda ulus devlet ideolojisine destek verdiği ölçüde, Alevi kimliği sakıncasız idi ve kontrollü olarak güçlendirilmeli idi. 1960’lı yıllarda Alevi çevrelerde, muhtemelen irticanın kaynağı görülerek tarikatlerin yasaklanması sebebiyle, Aleviliği tarikat değil bir mezhep gibi kabul etmek isteyenler oldu. Hatta 1960 anayasa ön çalışmalarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Aleviliğe bir masa verelim şeklinde talepler söz konusu, ama daha sonraki çalışmalarda gündeme getirilmediğini görüyoruz. Alevilik, 1980’li yıllara kadar, kendini tanımlarken solcu, devrimci gibi sol ideolojinin ya da Marksist-sosyalist ideolojinin kavramlarını kullandı. Bu yüzden gelenekli Alevi kimliği, silikleşerek ikinci plana düştü ve gelenekli Aleviliğin taşıyıcısı olan dedeler veya dede-babalar ile sol ideolojiyi benimseyen genç nesil arasında ciddi kimlik çatışması yaşandı. Resmi ideoloji de, devrimci, cumhuriyetçi, devletçi ve laik bir Aleviliği destekledi. Gelenekli Aleviliği, gerici ve laiklik aleyhtarı olarak gördü. Harf inkılabı ile de evrak-ı perişan haline gelen Alevi yazılı kaynakları, yukarıdaki sebeplerden dolayı hep gizlendi ve açığa vurulmadı. Dedelerin sözlü kültürle aktarabildiği kadar aktarıldı. Bu yıllara kadar Alevi çevreler Buyruk adıyla veya başka adlarla bazı Alevi- Bektaşi yazılı kaynaklarını dinî ve tasavvufî unsurlardan arındırarak yayınlamayı tercih ettiler. Sovyetler Birliğinin çökmeye başlaması ve Marksist ideolojinin önemini kaybetmesine sahne olan 1980’li yıllar, Alevi kimliğinin yeniden inşası için oldukça önemli bir dönem oldu. Bu süreçte Alevi kesimde Alevi kimliğinin kültüre, tarihe ve inanca referanslarla Sünnilik aleyhtarlığı üzerinden yeniden kurmaya çalışmalarının başladığını söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş yıllarında bizzat Sünniliği bir ideoloji olarak seçmediği halde, Sünni devlet olarak tanımlandı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti ta başından beri Sünniliği resmi bir kimlik olarak benimsemek istemedi. Nitekim Hilafetin kaldırılması Sünniliğin aleyhinde bir gelişmeydi. Şeri hukuk olarak Osmanlıda uygulanan Hanefî hukukun iptali Sünniliğe önemli bir darbe olmuştu. Ama zamanla Diyanet İşleri Başkanlığı Sünniliğe doğru kaymaya başladı ve devletin mezheple ilgili politikaları daha ziyade Sünnilik üzerinden din hizmeti sunma yönüne evrildi. Bu aşamada tabii Alevî ve Bektaşiler ile Kemalizm arasında sıkı bir ilişkinin meydana geldiğini görüyoruz. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, devlet içinde bazı solcu ulusalcı kesimlerin ve bazı askeri çevrelerin planlı bir girişimi olarak, 1980’li yıllardan itibaren siyasal İslamcılık yada İslamcılık adını verdiğimiz hareketlerin yükselişini önlemek için, Aleviliği bir blok olarak bu yükselişin önüne çıkarmayı planladı. Bu amaçla “Alevilik laikliktir” veya “Alevilik Laikliğin garantörüdür” şeklinde sloganlar geliştirildi. Bunlar Alevi kimliğinin kurucu unsurları olarak görülmek istendi. Aslında bu teşebbüs İslamcılığın karşısına bir barikat oluşturmak için, Aleviliği yenide kimliklendirmekten başka bir şey değildi. 1990’lı yıllara gelindiğinde artık sol ideoloji tesirini hemen hemen tamamıyla kaybetmeye başladı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, Alevi kökenli solcu ve sosyalistler, Aleviliği daha çok kendi dini referansları ve sembolleri üzerinden yeniden tanımlamaya, bir anlamda kimliklendirmeye çalıştılar. Alevi olmayanların da konuya müdahil olmasıyla birlikte, kısmen Alevi-Kızılbaşlığın ve temel olarak ise Bektaşilik, içinde İslam sufiliği ile ilgili unsurlarla ilişkilendirilerek sufilik veya sufi oluşum olarak tanımlandı. Hatta bazı Bektaşi çevrelerde tasavvufî boyut, tekrar Alevi-Bektaşi kimliğinin olmazsa olmazı haline geldi. Hala bazı solcu, laik veya Marksist çevreler İslam sufi kimliği ile Aleviliğin ilişkilendirilmesini hazmedemediyse de, tasavvufi boyut, tekrar Alevî ve Bektaşî kimliğinde kendine önemli bir yer edindi. Alevî çevreler başlangıçta, Tekke ve zaviyeler kanunu ve katı laikliğin baskısının bir sonucu olarak Alevilik ve Bektaşilikle ilgili tartışmalarda ve tanımlamalarda kurumsal yapısını belirlemek için tarikat, dergah, tekke gibi kavramları kullanmaktan çekindiler. Alevilik, bu dönemde siyasÎ bir kimliğe ve örgüte dönüştürülmek istendi. Bu dini-toplumsal yapının içerisindeki Tahtacı, Kızılbaş, Bektaşi gibi kimlikler Aleviliğin güçlü gösterilmesi için telaffuz edildi, ancak tarihsel ve kültürel açıdan bir zenginlik olan bu çeşitlilik ve farklılıklar görmezden gelinerek, siyasal anlamı ağır basan Aleviliğe indirgendi. Sünnî olarak tanımladıkları iktidarlara karşı Aleviliği muhalefet olarak konuşlandırmaya çalıştılar. Bunun için Aleviliği ya İslam aleyhtarlığı veya Sünnilik aleyhtarlığı üzerinden yeniden kurmanın yollarını aradılar. “Kahrolsun Şeriat” ve benzeri sloganlar bu dönemde üretildi. Eski sağ-sol çatışmalarında kullanılan Alevî-Sünnî karşıtlığı, Sivas olayları sonrasında, laik veya Alevî kesim ile İslamcı veya Sünnî kesim karşıtlığına dönüştürülmek istendi. 2000’li yıllara gelindiğinde Alevilik yurt içinde ve dışında güçlü bir örgütlü yapıya kavuştu. Özellikle Almanya, onların ayrı bir din dersi ve benzeri taleplerini destekledi ve kültürel hakları elde edebilmeleri için siyasi örgütlenmenin yasal bir zemin açısından yeterli olmadığını dini bir cemaat statüsü kazanmaları gerektiğini telkin etti. Onları Sünnilikten ve bir anlamda İslam’dan farklı olarak kendilerini tanımlamaya zorladı. Alman mahkemelerinin daha önce siyasi bir örgüt oldukları şeklindeki kararları sonucunda karşılaşılan dini statü sorunu, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun tüzüğüne dinî cemaat tanımlamasını çağrıştıran açıklama ve cümlelerin konulmasıyla aşıldı. Sonuçta Almanya, bu statüyle onlara kültürel haklar adı altında hak vermeye başladı. Bu durum onları İslam toplumu veya Sünnî kesimlerle hareket etmekten uzaklaştırdı ve bu defa Aleviliğin ayrı bir din olup olmadığı, İslam’ın içinde mi dışında mı tartışmalarının başlamasına sebep oldu. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki gelişmeler, Aleviliğin kendisini Türkiye’de de Sünnilikten farklı dinî-kültürel ve dinî-toplumsal bir yapı olarak siyasî taleplerden ziyade, dinî taleplerle ortaya çıkması şeklinde yansıdı. Bunun için cami-cemevi, namaz-cem ve benzeri değerler karşıt semboller olarak kabullendirilmek istendi. Sonuçta siyasî-Alevî örgütlenmesi, dini referansları olan kimliklere dönüştürüldü. Burada en temelde iki Alevi kimliği oluştu. Birincisi tarihsel hafızasıyla tekrar irtibata geçen, tasavvufî unsurlara ve dergahlara referansları artıran dede-talip ilişkisini önceleyen gelenekçi Alevî kimliği; ikincisi ise Aleviliği laiklik, modernlik, demokrasi ve aydınlanma olarak tanımlayan modernist seküler Alevi kimliği olarak tanımlanabilir. Kendime ait olan bu tasnifle şunu kastediyorum: Türkiye’de gerek Alevi vakıflar, gerek Alevi çatı örgütleri, gerekse diğer daha büyük kapsamlı ya da küçük kapsamlı dernekler incelendiğinde, bunların taleplerinde ve kendilerini tanımlamalarında bu iki önemli eğilimin kendisini açığa vurduğu görülür. Bunlardan birincisi, geçmişte dedelerin ağzından aktarılan bilgilere veya yazılı kaynaklara dayanır. Geleneği ve edep-erkanı olan, geçmişteki şekliyle müsahipliğe, Bektaşiliğe vurgu yapan gelenekli ve kurumsal Aleviliktir. Geçmiştekinden önemli farkı, dergah adı altında kurumsallaşmak yerine bugün cemevi merkezli bir kurumsallaşma söz konusudur. Bu kesimler, küreselleşme ve modernizm karşısında kendilerini gelenekten referanslarla savunmaya yöneldiler. Böyle bir tutumu benimsemede, Sünnilik ve İslamcılığın eleştirileri ve meydan okumaları da etkili olmuştur. Fakat bu gelenekçi zihniyet, bugün Cem Vakfı çevresinde, Hacı Bektaş-ı Veli örgütlerinde ve bağımsız dedeler yoluyla temsil edilmektedir. Gelenekçi Alevilik kendi kimliğini oluşturmada, karşı karşıya olduğu en önemli sorun, katı muhafazakar Sünnilerin ve siyasal İslamcıların inanç ve ritüellerle ilgili meydan okumalarıyla başadebilmeleri için kendi geleneği dışından teoloji devşirme teşebbüsüdür. Bütünüyle tasavvufî bir yapı olan Bektaşilik ve Safevi tekkesinin devamı olarak Kızılbaşlık, Nakşilik, Mevlevilik ve Kadirilik gibi tarikatler karşısına sufî doktrini ve kimliği ile çıksaydı sorun olmayacaktı. Bazı “Alevi aydınlarının” Alevilği, güçlü kelamî sisteme ve zengin bir edebiyata sahip Sünnilik karşısına veya zaman zaman İslam karşısına yerleştirmeleri, kendilerine itikadî ve kelamî bir sistem bulma arayışına itti. Tarihsel hafızadan kendine özgü bir teoloji oluşturamadığı için, bu teoloji ihtiyacını Şiilikten devşirmeye yöneldi. Böylece kendisini Sünnilik aleyhtarlığı üzerinden yeniden kimliklendirmeye ve tanımlamaya çalıştı. Bana göre, bugün Türkiye’de Aleviliğin kendi kimliğini yeniden inşa etme sürecinde karşı karşıya olduğu en önemli sorun bu sorundur. Bu durumda Aleviler, Şiî olmak veya Sünnî olmaktan birini tercih etmekle karşı karşıya kalacak. Şimdiden bu soru çeşitli alanlarda kendisini hissettirmeye başlamıştır. Mesela 2013 yılında Hacca götürülen Alevi dedelerine, isteyenlere, Şeriat ile ilgili abdest, namaz gibi hizmetleri yürütmek konusunda Şiî-Caferî mollalar rehber olarak görevlendirilmiştir. Bu konu Diyanet yetkililerine sorulduğunda, onların Diyanet tarafından değil, dedeleri götüren turizm şirketin tarafından belirlendiği söylenmektedir. Bu durum Alevî dedeleri arasında Hac vazifesini ifa sırasında sorun olmuştur. Bu tür şeyler Türkiye’de Alevilik-Bektaşiliğin kendi içinde iç dinamikleriyle değil dış dinamiklerle Şiî teolojisi yoluyla yeniden inşa edilmekle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Bu çevrelerce oluşturulan Alevî kimliği, gelenekli Alevi ya da Bektaşi kimliğinden çok Şiiliğe evrilmeye müsait melez bir Kızılbaş veya Bektaşi kimliğidir. Modernist-seküler Alevi kimliğine gelince bu daha ziyade Aleviliği çağdaşlık, laiklik, yaşam felsefesi olarak tanımlayan; Aleviliği İslam dışı unsurlarla tanımlamaya çalışan, Aleviliğin Anadolu’da oluştuğunu söyleyen, hatta iki bin yıl öteye kadar gittiğini savunan bir kesimdir. Bu tanımlama Almanya’da örgütlü Alevilik tarafından kavramlaştırıldı ve sık sık kullanılır oldu. Bu tür Alevî inşasına, Almanya güdümlü Alevilik de denebilir. Tabii ben doğrudan bunu kullanmak istemiyorum, ama modernist seküler Alevilik aslında Alevi kimliğini kendi iç dinamikleriyle değil kendi dışından modern felsefi doktrin ve ideolojilere referansla oluşturulmak istenen “operasyonel” bir kimliktir. Aslında hem gelenekli Alevilik hem de Modernist Alevilik üzerinde, Almanya’daki alevi örgütlenmenin etkisi büyüktür. Her iki kesimin Alevi kimliği tanımlamalarındaki gerçek sorun, kimliğin netleştirilmesi değil karmaşıklaştırılmasıdır. Başka bir ifadeyle, bu girişimler, “Gelenekli Alevilik” kimliğinin inşasından ziyade, Alevi kimliğinde bir kimlik karmaşası yada çatışmasını beraberinde getirmiştir. En önemlisi de Bektaşilik ve Kızılbaşlıkta ritüel kaybına sebep olmuştur. Bugün Almanya’daki örgütlü Aleviliğin ağır bastığı “Modernist Alevilik” ile dedelerin otoritesine ve Alevi yazılı kaynaklarına bağlı Türkiye’deki “Gelenekçi Alevilik”, içinde bulunduğu şartların zorlamasıyla birbirinden ayrı kimlikler haline gelmeye başladı. Bu kimliklerin inşasında, mekan son derece önemlidir. Çünkü Hacı Bektaş’taki bir Alevi veya Bektaşi, ya da Türkiye’nin her hangi bir yerindeki bir Alevi, bulunduğu mekanlarda kendisini çevreleyen tarihi miras, bir Alevi-Bektaşi’nin tarihsel hafızasını tazelemekte ve onu bilinçlendirmektedir. Örneğin Hacı Bektaş külliyesini, Şah Kulu Dergahını, Şücaeddin Veli Külliyesini her gün gören bir insan, oradaki tarih ve oradaki kültürle diyaloğa girmektedir. Bu mekanlar kendisiyle adeta konuşmaktadır. Ama Almanya’da yaşayan bir Alevi için böyle bir kültürel ortam yoktur. Dolayısıyla Alevi sembol ve değerlerinden uzak oldukça nazari ve ideolojik yönü ağır basan bir Alevi kimliği ile karşı karşıyadır. Örgütlü Alevilik içerisinde yer alan bazı kimseler, bundan aslında memnundur. Çünkü bu durum Aleviliğin modern söylemler üzerinden inşasını kolaylaştırmaktadır. Bu kimlik, pek çok Alevi için zorla dayatılan bir kimliktir. Bugün gelinen noktada Türkiye içinde ve dışındaki Alevi veya Bektaşi kesimler, kendini farklı tanımlayabilir veya dışarıdan başkaları onları farklı tanımlayabilir, ama yaşayan Bektaşilik ve veya Kızılbaşlıktan bağımsız tarihsel bir Alevi kimliğinin varlığı bilinen bir gerçektir. Bu, “Gelenekli Alevilik” kimliğidir, ama maalesef Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla büyük bir kırılmaya uğramıştır. Bugün kendi iç dinamikleriyle Alevi kimliğini yeniden inşa edebilmek için, yukarıda zikredilenlerin dışında önemli diğer sorunlar ve engeller bulunmaktadır. Özellikle Sünni ve Aleviler arasında çok büyük bir güven sorunu vardır. Bu güven sorunu gerek gelenekçi Aleviler gerekse seküler laik Aleviler arasında oldukça üst düzeydedir. Bu sebeple Geleneksel Alevilik, Sünnilik aleyhtarlığı üzerinden kimliğini inşa etmeye çalışırken diğer seküler-modernist Alevilik ise İslam aleyhtarlığı üzerinden bir kimlik inşasıyla meşgul olmaktadır. Bu süreçte Alevi kimliğinin gerek Türkçülük, gerek Kürtçülük gerekse diğer diğer yapışık kimliklerle desteklenmeye çalışılması, ikinci derecede önemlidir. Bu yapışık ve çatışmacı kimliklerin Aleviliğin üzerinden atılması gerektiği kanaatindeyim. Alevilik, daha gerçekçi bir tutum takınarak ve tarihsel referansları esas alarak kendisini tanımlamasında büyük yarar var. Böyle olduğu takdirde dini-kültürel taleplerini ve haklarını daha kolay elde edeceklerdir. Kendi aralarında kimlik krizi ve tartışmaları yaşadıkları sürece sorunların çözümü zorlaşacaktır. Bu problemlerin çözümünü siyasal ve hukuki düzlemde konuşmak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin son on yıllık döneminde Alevilerle ilgili büyük çalıştaylar yapıldı. Bu çalıştaylar yoluyla, gerçekten yeni bir anlaşma ve uzlaşı dili üretildi. Aslında çok önemli sonuçlar çıktı, fakat bu talepler sıcağı sıcağına devreye konulamadığı için bugün bazı talepler daha zor yerine getirilir hale geldi. Bunların bir kısmı, ivedilikle yerine getirilebilirdi. Yalnız siyasal kültürümüzde, bugün Türkiye’de bir kutuplaşmanın olduğunu, hatta çatışmaya meyilli bir duruma dönüştüğünü görmekteyiz. Gezi Olayları ile bunun su yüzüne çıktığını gördük. Maalesef siyasi dil ayrıştırıcı bir dildir. Alevi-Sünni kutuplaşması, siyasi çatışma için önemli bir alt yapı oluşturmaktadır. Suriye’deki gelişmeler ve Türkiye’deki siyasal partilerin bu olayı Sünni-Alevi kutuplaşması üzerinden okuma girişimleri, böyle bir kutuplaşmanın şiddetlenmesine sebep olmaktadır. Burada siyasi iktidar, Alevilik konusunda yapılacak Anayasal değişikliği sonucunda karşılaşacağı hukuki sonuçlarla ilgili korkuları bir tarafa bırakması gerekir. AKP, çalıştaylarda tekke ve zaviyeler kanununun kaldırılması ile ilgili tartışmalardan hep uzak kalmaya çalıştı. Çünkü böyle bir girişim, onun hanesine “laiklik aleyhtarlığına odak oluşturmak” cürümü olarak kaydedilmesiyle sonuçlanabilirdi. Dolayısıyla böyle bir teşebbüs aleyhinde mahkeme açılmasına sebep olmak olurdu. Bu yüzden çalıştaylarda ne zaman tekke ve zaviyeler kanununu ilgası tartışmaya açıldıysa, AKP, böyle bir talebi gündeme getiremeyeceğini üstü kapalı söyledi ve hep bu seçeneği öteledi. Hatta kendi telaffuz edemedi, başkalarına söyletti. Artık bugün gelinen noktada bu korkulara yer kalmadı. Türkiye yeni bir anayasa değişikliğiyle tekke ve zaviyeler kanunu kaldırarak Bektaşilik, Kızılbaşlık ve onlara eş değerdeki bütün tarikatların din ve vicdan özgürlüğünü sağlamalı ve kendi kurumlarını oluşturabilecekleri hukuki imkanlar tanınmalıdır. Olaya sadece Alevilik açısından yaklaşıldığı takdirde bir taraftan bir kesime özgürlük sağlarken diğer taraftan eş değer toplulukları özgürlüklerinden yoksun bırakmakla sonuçlanabilir. Siyaset, bu soruna Sünni ve Alevi kutuplaşmasına düşmeden, insan hak ve özgürlükleri ile bireysel vatandaşlık hakları çerçevesinde çözüm üretmek durumundadır. Cem Evi sorunu Türkiye’de Alevi kimliğinin kurucu unsuru ve belirleyici sembolü haline gelmiştir. Ama sorunun özümü Cemevi’ne dinî statü tanıma şeklinde formüle edilmesi yanlıştır. Asıl sorun genelde dergahların, tekke ve zaviyelerin, özelde Cemevlerinin hukukî statüsü sorunudur. Bu sorunu çözmediğimiz takdirde, Bektaşilik ve Aleviliğin tasavvufî bir çerçeve içinde kendini devam ettirmesi güçleşecektir. Alevilik ve Bektaşiliğin edeb ve erkanını yürüteceği, yani Ayin-i cemleri yapacağı bir mekan aramak yerine, bu talebini elde edebilmek için din kimliğiyle çıkmayı deneyecektir. Onu bir dine dönüştürmek isteyenler, bu olayı istismar ederek kullanmak isteyeceklerdir. Benim teklifim, dini inanç ve vicdan özgürlüğü alanlarının her kesim için daha da genişletilmesi yoluyla sorunun çözülmesidir. Böylece tekke ve zaviyeler kanunundan ve baskıcı laiklikten mağdur olan bütün kesimler, kendi ayinlerini yapabilecek daha serbest ortamlara kavuşacaktır. Bütün bu açılımlar başarılı olabilmesi için, Anayasa’da dinin devleti, devletin dini; siyasetin cemaatleri, cemaatlerin siyaseti kontrol etmesini engelleyecek liberal laikliğin yer alması son derece hayati bir önem arzetmektedir. [1] Bu makale, Vuslat Platformu tarafından 28-30 Mayıs 2014 tarihleri arasında Bolu’da düzenlenen Kimlik Krizi ve Kültürel Değişim Sempozyumu’nun Cumhuriyet Dönemi Kimlik Tartışmaları Oturumuna “Cumhuriyet Döneminde Alevi Kimliği” adıyla sunulmuş bir bildirinin geliştirilmiş halidir. |
3159 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |